1950’li yılların sonları... Koyunbaba’dan Yavuzselim’e çıkan yokuşun Fevzipaşa Caddesi ile kesiştiği köşede amcamın dükkanı var. Okullar tatil olduğu için, amcaoğlu ile beraber orada oyalanıyoruz. Faydamızın falan dokunduğu da yok aslında; ama o da bir disiplindir diye oyalanıyoruz.
Amcaoğlu, birden heyecanlı bir sesle “Bak! Metin geliyor!” dedi. Hiç ciddiye almadım ve şakacı mizacına verdim. “Birine mi benzetti?” ihtimaliyle şöyle bir bakınca da dondum kaldım; gelen sahiden de Metin Oktay’dı! Gömleğinin kollarını iki defa kıvırmış, aynen sahadaki gibi mâlum fuleleriyle vakur bir tempoda bize doğru geliyor. Herkes ona bakıyor; fakat kimsede çıt yok! Saygı duruşunda gibiyiz! Hani kasabaya bir kahraman kovboy gelir de, herkes hayran–hayran ama biraz da çekinerek bakar ya. Manzara aynen o!
Yanlış anlaşılmasın. Soğuk ve gururlu değildi, tam tersine büyük bir tevazu sahibiydi. Fakat çok sevilmekle beraber, saygı telkin eden bambaşka bir hali vardı. Annesinin evi aşağıdaymış, ziyaretine gittikten sonra çıkmış geliyor. Sahada onu görünce heyecanlanan ve büyük coşkularla alkışlayan insanlar, şimdi, sanki onun özel hayatına girmişler gibi sessiz bir saygıyla onu seyrediyor... Bir taksiye binip kayboldu... Amcaoğluna dedim ki: “Maç sonrasında peşinden koşup boynuna sarılmıştın, şimdi niye yanına gidip bir imza almadın?” Cevabı şöyleydi: “Utandım, utanırım... Rahatça bakamadım bile!”
Metin’in insanlarla diyaloğu ve münasebeti hep böyle bir özel duygusallık taşımıştır. Gol atıp da havalara zıpladığı görülmemiştir; dönüp önüne bakarak santraya doğru yürür... Hayatında bir defa bir yabancı hakem tarafından oyundan atıldı. Yılmaz’ın sürekli tekmelerine o büyük sabrının taştığı noktada mukabele ettiği için başına bu iş gelince, arkadaşlarının itirazları devam ederken o bir kenara çekilip kahırlı bir yüzle beklemeye başladı. Çaresi olmadığını anlayınca, teri soğumasın diye omuzlarına attıkları pardösüyle beraber çıkış tüneline doğru yürümeye başladı... Tespitim sahihtir ve gayet iyi hatırlıyorum. Fenerbahçeliler dahi bir ara, tribünlerden “Me–tin, Me–tin..:” diye tezahüratta bulundu. Metin Oktay Galatasaraylıydı; ama sevgisi Galatasaray ile sınırlı değildi.
Özcan Arkoç, ayaklara atlayan cinsten bir kaleciydi... Metin topa vurmak üzere iken, son hamleyi başlatmışken, Özcan kendini onun ayaklarına doğru fırlatınca, üzerinden atlama işini tam yapamadı ve Özcan’a (herhalde) biraz dokundu. Basri, Naci, birisi daha; etrafını çevirip “Niye böyle yaptın?” der gibi tepki gösterdiklerinde sanki tartaklanıyormuş bir hava oluşunca, Candemir uzaklardan kopup geldi ve Fenerbahçeli oyuncuları savurmaya başladı. Tam o anda bir Fenerbahçeli seyirci ellerini boru gibi yapıp, Metin’i de gülümseten bir mesaj yollamasın mı: “Sen kimsin ulan Metin’i kurtaracak. Metin bizim canımız!” Fener’in ünlü santrhaf’ı Naci Erdem, o kadar hırpalanmasına rağmen Metin’e hiçbir zaman sakatlayıcı bir faul yapmadı ve bir gün Küçük Fikret’e şöyle yakındı: “Abi beni bir müddet affedin. Olmuyor. Boyum müsait. Beraber yükseliyoruz, ben daha elverişli durumda bulunmama rağmen, kafayı o vuruyor. Baş edemiyorum. Sanki bir tılsım var!”
Bütün bunların (bu insanî özelliklerin) futbolla ne ilgisi var, diyebilirsiniz. Bütün bunların futbolla ilgisi var, ayrıca futbolun da bunlarla ilgisi var! Metin Oktay futbolun sanatkârlık çapında bir ustasıydı. Coşkuyu sanatkârlığa ustalığa kanalize etmek bir itidal tekniğidir. Gerekli özelliklere sahipseniz, buradaki başarınız, bütünlüğünüzün dengesine ve vüs’atine bağlıdır.
Herkes arkasını dönmüş, avuçlarıyla yüzünü kapatmış; Metin Oktay, gerilmiş, ellerini beline dayamış, penaltı atacak. Hiçbir heyecan belirtisi yok. Süzüyorum, uzaktan. Ona baktıkça benim de heyecanım yatışıyor ve düşünüyorum: “Niye geriliyor ki? Durduğu yerden de vursa, tutulmaz sertlikte vurur.” Koşarak gelecek, son anda duralayıp kaleciye bakacak, onun hareketlenmesine göre vuracak... Pele bunu çok çarpıcı biçimde yapmış ve tartışma çıkmıştı, Metin aynı şeyi daha yumuşatarak yapıyordu. Bu tarz sonradan kalktı; ama formülü duruyor! Akıllı penaltıcı, önceden niyetlendiği köşeye atmaz topu. Son anda kaleciye bakar, onun hareketlenmesine göre yönlendirir vuruşunu. Akıllı kaleci de, önceden niyetlendiği köşeye gitmez; penaltıcının vurduğu anı bekler. (Taffarel böyle yapıyordu mesela) usta penaltıcı ile usta penaltı kurtarıcısı karşılaşırsa ne olur? Merak etmekteyim; fakat böyle bir duruma şahit olamadım. Herhalde o bekleyiş anını sezgi ile birleştirebilen kazanır... Peter Handke yanlış biliyor penaltı psikolojisini. “Ya oraya atarsa, ya buraya atlarsa, ya niyetimi doğru tahmin ederse...” yaklaşımı basit penaltıcılık olayıdır. Taffarel’i yavaş gösterimde izleyin, onun “son an” avcılığını ayan beyan görürsünüz. Metin, Taffarel’e penaltı atsaydı mermi gibi atardı ve doğru yöne de gitse Taffarel hiçbirini kurtaramazdı. Ama aynı Taffarel, şaşırtma plasecilerinin attıklarını (büyük çoğunluğuyla) armut gibi toplardı. Çünkü onlar, hep önceden zıplamayı avantaj sayan kolay kalecileri avlamışlardı.
Kaleyi tam cepheden gören geniş açılı vuruş avantajlı bilinir. Halbuki o şartlarda kaleci de tam ortadadır. Metin cezaalanına tam ortadan girse bile, ya sola ya sağa hafifçe kaçar, topu ters köşeye gönderirdi. Bu pozisyonda kaleci ona bağlı olarak yakın köşeye çekildiği için, öbür tarafta derinliği olan bir boşluk oluşurdu. Burada kalecinin kullanabileceği bir tercih imkânı yoktu; çünkü uzak direğe biraz meyletse, bu defa yakın direğin dibinden menfez açardı. Sabih gibi bir kaleciyle böyle mizah yaparcasına oynadığını defalarca görmüşümdür.
Hangi silahını kullanacağı kestirilemeyen öylesine çok yönlü bir oyuncuydu ki, kendi içinde başlı başına bir takım gibiydi. Normal bir futbolcu, sert vururken sağ ayağını; solak ise sol ayağını kullanır. Dripling halinde bu size, vuruş anının tahmin edilmesi imkânını verir. Ama Metin’in sağ ayağı ile sol ayağı arasında fark yoktu! Gol açıları, gol noktaları, gol kaçışları, gol kavisleri, gol koordinatları vardı kafasında... Bir Beşiktaş maçının son anlarında alâkasız gözüken bir uzaklıkta topla oynuyor, Amigo Rifat geriye dönmüş, zamanın tükenmiş olduğunu bilmenin rehaveti içinde alay ediyor: “Artist bu yahu! Baksana neler yapıyor!” Bakışlarını sahaya çevirme fırsatı bulamadan “goool” haykırışları bir tarraka halinde yükseliverdi. “O mu attı, o mu? Oradan mı?” Gülmekten bir hal olmuştuk!
... “Metin beklerdi, koşmazdı.” diye saçma sapan bir laf var. Nasıl beklerdi? En az iki kişinin yapışık gibi durduğu bir konumda. Topla nasıl buluşurdu peki? “Deplase” olarak. Bunun altını çizin. Pas onun ayağına değil yakınına atılır; o, önceden fırlardı. Rakip savunma oyuncuları bunun için aciz kalırdı. Pası vermekten çok almaktır hüner. Bu, klasik Alman futbolunun mümeyyiz vasfıdır. “Ayağa pas” peşrev pasıdır! İleriye pas, “kaçana pas”tır, “kaçabileceği yere pas”tır. “Kafama kondur, ayağıma düşür” bekleyişçiliğidir kötü olan.
Ömer Madra “Gerekli noktada gerektiği anda (yani herkesten bir moment önce) bulunabilecek şekilde oyunu okuma özelliği vardır.” diyor. (319) Mükemmel bir ifade. Cuk oturmuş. Metin beklemez, beklenir ve bekletirdi. Taraftarları umutla, rakipleri endişeyle beklerdi. Belki hiç ofsayta düşmemiştir! Önünde bir–iki kişinin olması onun için bir şeyi değiştirmezdi, savunmanın arkasına atılan topu kollama rahatlığına ihtiyaç duymazdı. Topla zaten hareket halinde buluştuğu için, yüksek hızdaki küçük bir çalım figürü nöbetçilerini sollayıp savurmasına yeterdi. Düşürülmesi nadirattandır. Yağışlı havalarda forma numarasının okunmaz hale gelmesi, uçarak attığı kafalar ve voleler sebebiyledir. Tekniği ve oyun zekâsı yüksek olan futbolcu, fiziksel bir zâfiyeti yoksa kolay sakatlanmaz. Fenerbahçe’nin santrforu Nedim, onun tam tersiydi. Hep kalabalık yerlere bodoslama dalar, sakatlığı âdeta dâvet ederdi.
“Çok hızlı değildi” hükmü bir yanılsamadır, görme kusurudur. Depara (şâha!) kalktığı zaman, ardından yetişip müdahale edildiğini kimse hatırlayamaz. Ama Beşiktaş’ın santrforu Güven, bizim Talât’ı yere yatırarak geçer, Talât ayağa kalkıp kendisine yine yetişirdi! Ağır olmak bu demektir işte. Yenilerden örnek vereyim: Jardel, (Hakan demeye kıyamıyorum) geçse ne olacak? Döner, tekrar yetişirsin! Metin depara kalkınca nasıl bir manzara oluştuğunu şu cümleden anlayabilirsiniz: “... Şeref’in kendisini resmen elle tutmasına aldırmayıp onun kolunu kendi bedeninden sökerek perdeyi kapatan golü atması.” (Ömer Madra)
... Oyundan oyuna, oynayandan oynayana, seyredenden seyredene fark var. Hayat bazı oyunlara daha çok yansır, bazı oyuncular bunu daha iyi yansıtır, bazı seyircilerin gözü o yansımaları daha iyi görür. En basit (yalın) vesilenin ardında bile bir semboller (delâletler) cümbüşünün varlığını ve bütünlük sırrının her yer gibi orayı da nasiplendiren serpintilerini fark edebilirsiniz. Meşhur zenginlerden Fenerbahçeli Müslim Bağcılar’ın “rakamları sen yaz!” diyerek uzattığı transfer sözleşmesini “Bizi sevenlere ihânet etmeyelim baba!” sözleriyle reddeden Metin. Bir zaferden sonra herkes oynayıp zıplarken soyunma odasının bir köşesine çekilip “Beni utandırma, şımarmama izin verme Allah’ım!” diye dua eden Metin. İlk eşinin babası tarafından önüne konulan bir çanta dolusu parayı elinin tersiyle itip arkadaşlarının yanına yürüyen Metin... Amacı değil, enstrümanı toptu; bundan dolayı ona özel bir şuurla ve sadece vücudunu kullanarak değil, ruhuyla, beyniyle, yüreğiyle mükemmelen hükmetti. Böyle icracıları her enstrüman sever; top da neymiş ki!
Ahmet SELİM