Analitik felsefe, 20. yüzyılın yaklaşık elli ya da altmış yıllık bir kesitinde, başka her şeyi unutturacak kadar etkili olmuş olan felsefe anlayışı veya okulunu temsil eder. Analitik felsefe, aslında büsbütün yeni veya salt 20. yüzyıla özgü olan bir felsefe değildir. Pek çoklarına göre, 17. yüzyılda Hobbes ve Locke tarafından kurulan, fakat 19. yüzyılda neredeyse tümden unutulan bir felsefe geleneğinin 20. yüzyılda, yeni birtakım araçların da yardımıyla, olabilecek en görkemli şekilde canlanışına tekabül eder.
Bütün felsefeler gibi, analitik felsefenin de temin ettiği şemsiye altında çok sayıda farklı filozofun yer alabilmesini mümkün kılan birtakım temel ve belirleyici özellikleri vardır. Bu özelliklerin en başında ise, analitik felsefenin ontoloji anlayışını açığa vuracak şekilde atomiklik özelliği, yani analitik geleneğe mensup filozofların evrenin çok büyük sayıda basit, bağımsız ve müstakil kendiliklerden meydana geldiğini dile getiren inançları bulunur. Gelenek içinde yer alan farklı filozoflar söz konusu bağımsız ve basit varlık ya da kendilikleri teşhis edip tanımlama noktasında birbirlerinden önemli farklılıklar sergilerler. Nitekim içlerinden bazılarına göre bu basit kendilikler maddi parçacıklar, bazılarına göre duyu verileri, bazıları için izlenimler, diğer bazıları içinse olgulardır. Basit öğeleri, bağımsız kendilikleri ne kadar farklı şekillerde tanımlarlarsa tanımlasınlar, analitik filozoflar evreni oluşturan söz konusu müstakil kendiliklerin birbirleriyle olan ilişkisinin içsel, özsel veya zorunlu bir ilişkiden ziyade, nispeten gevşek ve dışsal bir ilişki olduğunu kabul ederler. Zaten analitik felsefenin belirleyici sıfatı da işte bu kabulden yani felsefenin ilk ve en önemli görevinin analiz olduğu, kompleks gerçeklik, varlık veya kendilikleri kendilerini oluşturan basit kendiliklere indirgeyecek bir analizden meydana geldiği kabulünden çıkar. Gerçekten de analitik felsefe geleneğine mensup filozoflara göre, basit unsur ya da kendilikler, kendileriyle karşılaşıldığında başka herhangi bir şeyin yardımı olmadan, dolayımsız olarak anlaşılabilir olma anlamında basittirler. Dolayısıyla, kompleks bir varlık ya da kendilik ancak kendisini meydana getiren basit, bileşensel öğelerine erişmeyi mümkün kılacak bir analiz tam ve doğrulukla hayata geçirildiği zaman anlaşılıp açıklanabilir. Buradan da anlaşılacağı üzere, analitik felsefe geleneğinde yer alan filozofların, Kant sonrası felsefeye, özellikle de Alman idealizmine, Comte, Marx, Dewey ve Heidegger gibi bağlamcı veya bütüncü filozoflara egemen olan açıklama anlayışını ya da daha doğrusu açıklama doğrultusunu tersine çevirdikleri söylenebilir. Sözünü ettiğimiz tüm bu bütüncü filozoflar, basit olanın anlaşılamaz olduğu, ancak ait olduğu bağlama veya bir parçası olduğu bütünün içine yerleştirildiği zaman anlaşılır hale geldiği düşüncesinden hareketle, açıklamanın yönünün basitten komplekse, küçükten büyüğe doğru olması gerektiğini ifade etmişlerdi. Oysa analitik filozoflar açıklamanın yönünün kompleks olandan basit olana, büyükten küçüğe doğru olması gerektiğini söylerler.
Analitik geleneğe mensup filozoflar, işte bu yüzden “açıklığa” olağanüstü büyük bir önem yüklediler. Bu bağlamda, bilgimizin kaynağını büyük ölçüde meydana getiren deneyimin aslında açık olduğunu kabul ediyorlardı; fakat deneyimin bize yalın öğelerle gelmediğini, karşı karşıya kaldığımız deneyim unsurlarının tam tersine bütünler veya kütleler olduğunu ileri sürdüler. Dahası, bu bütünü ya da kütleleri deneyimlememiz, onlarla ilgili tutumlarımız veya inançlarımızdan, bilumum korku ve endişelerimizden etkilenir. Analitik filozoflara göre, bizim istenen açıklığa erişmemiz ancak söz konusu deneyim kompleksleri, kendilerini meydana getiren ve her biri, başka herhangi bir şey değil de olduğu şey olan basit bileşensel unsurlarına ayrıştırıldığı zaman mümkün olabilir. İkinci olarak açıklığa, zihin deneyimin bu basit bileşenleriyle doğrudan temas içine girdiği, umutların ya da korkuların işe hiçbir şekilde karışmadığı deneyim, dolayımsız bir karşılaşma şeklinde yaşandığı zaman ulaşılabilir. Açıklığın olmazsa olmaz bu iki koşulunun aslında birbiriyle yakından ilişkili olduğu kabul edilir. Analiz faaliyetinin kendilerinde son bulduğu basit kendiliklerin, doğrudan ya da dolayımsız deneyimine sahip olmak mümkündür; bunun da en önemli nedeni, söz konusu kendiliklerde, basit olmaları dolayısıyla, bizdeki korku, kaygı ya da umutları doğuracak hiçbir şey bulunmamasıdır.
Analitik filozofların böylesi bir açıklık arayışı veya talebi içinde olmaları, onları doğallıkla dile, kendilerini 20. yüzyılın “dile dönüş hareketi”nin en önemli failleri haline getirecek kadar yoğun bir ilgi göstermeye sevk etmiştir. Analitik filozofların bakış açısıyla, gündelik dilin muğlaklık ve belirsizliklerle dolu olmak anlamında hayli yetersiz, felsefi amaçlar açısından uygunsuz, anlam açıklığına erişmek yönünden sıkıntılı olduğu kabul edilir. Evrenin duyu verilerinden, izlenimler veya yalın olgulardan meydana geldiğini öne süren analitik filozoflar açısından, bu gerçeği açığa vuran şey, gündelik dilin dünyanın, acılık ve tatlılık, yeşillik ve kırmızılık, yuvarlaklık ve düzlük benzeri şeyler yerine evler ve armutlar benzeri bütünlerden oluştuğunu temsil etmesidir. Gündelik dili, bu dilin muğlaklık, belirsiz anlamlılık ve benzeri bilumum tuzaklarını geleneksel pek çok çözümsüz problem ve felsefi ihtilafın en önemli kaynağı olarak gören analitik filozoflar, bu yüzden felsefi soruşturmanın başlamasından önce, gündelik dilin mümkün olduğu ölçüde arındırılması gerektiğini düşünürler. Gerekli açıklığı temin edecek böyle bir hazırlık çalışmasının kaçınılmaz olduğunu öne süren bu filozoflar, böyle bir hazırlığın layıkıyla hayata geçirilmesi durumunda geçmişin çözümsüz felsefi problemlerinin ve sonuçsuz ihtilaflarının çözümlenip sonuçlandırılabileceğini iddia ederler. Analitik filozofları Kant sonrası düşüncenin neredeyse tüm filozoflarından ayıran şey de budur, yani dile olan yoğun ilgi ve felsefi problemlere yaklaşımın en iyi yolunun dilsel kullanım üzerinde odaklaşan eleştirel bir inceleme olduğu kanaatidir. Gerçekten de 18. yüzyılda fenomen ile numen arasında bir ayrım yapan ve numenin bilinemediği yerde bilginin yegâne konusunun fenomen olduğunu bildiren Kant’tan sonra, filozoflar ya numenin bilgisinin bir şekilde mümkün olduğunu öne sürme ya da tüm dikkatlerini fenomenler üzerinde yoğunlaştırma alternatifleriyle karşı karşıya kalmışlardı. 19. yüzyıl filozoflarının önemli bir bölümü bilinemeyen numen düşüncesinin çelişik olduğundan hareketle, birinci alternatifi seçip numenin bilinebileceğini öne sürdü. Buna mukabil, bir grup filozof da ikinci alternatife bağlanarak, tüm dikkatlerini fenomenler üzerine yoğunlaştırdı. Dikkatlerini fenomenler üzerine yoğunlaştıranlar, öte yandan yüzyılın ortalarında ikiye bölündüler. Buna göre, sözgelimi Comte’un da aralarında bulunduğu bir grup filozof, sadece gözlemlenebilir fenomenler ve bu fenomenler arasındaki mekânsal-zamansal ilişkilerle meşgul oldular. Diğerleri ise, fenomenlerin ve fenomenler arasındaki mekânsal-zamansal ilişkilerin en azından kısmen insan zihninin sentezleyici faaliyetinin eseri olduğunu dile getiren Kantçı öğreti üzerine odaklaştılar. Aralarında kimi Hegelcilerin, Marksistlerin, Nietzsche ve izleyicilerinin bulunduğu bu ikinci grup, zaman zaman felsefeden bir ölçüde uzaklaşarak, doğallıkla sosyal psikoloji, antropoloji, sosyoloji ve kültür tarihi doğrultusunda ilerlediler.
Analitik filozoflar işte bu sonuncu gelişmenin felsefe açısından büyük bir felaket olduğunu düşündüler. Onun bir felaketi ifade etmesinin, analitik geleneğe mensup filozoflar açısından iki büyük nedeni vardı: Her şeyden önce, bu çerçeve içinde yapılan çalışmalar, geliştirilen düşünceler, onlara, elbette felsefeden anladıkları şeye bağlı olarak, hiçbir zaman bir felsefe gibi görünmedi. İkinci olarak da sözgelimi Nietzsche ve izleyicileri tarafından ortaya konan araştırma ya da felsefeler, epistemolojik ve ontolojik kabulleri itibariyle, onlara septisizm ve rölativizmle sonuçlanmaya mahkûm felsefeler olarak göründü. Analitik filozoflar, işte bu yüzden ve ayrıca, baştan itibaren Kantçı inşacılıktan çıkışın bir yolunu aradıkları için tamamen realist bir yaklaşımla fenomenlerin varoluşu üzerinde yoğunlaşan kanat içinde olmaya özen gösterdiler. Hatta numenlerden söz etmek, bu filozoflara anlamsızlığın tepe noktası olarak göründüğü ve fenomen terimi daha az gerçek olan bir şeyi ima ettiği için onlar fenomenlerden söz etmekten bile vazgeçtiler. Numenler felsefenin lügatinden bir kez çıkartılınca, Kant’ın daha temel bir şeylerin görünüşü olarak öne sürdüğü fenomenler hakikaten var olan yegâne gerçekler haline geldi. Analitik filozoflar, dahası söz konusu gerçekleri, analiz sürecinin kendilerinde son bulduğu basit, bağımsız kendiliklerle özdeşleştirdiler. Felsefenin en merkezi görevi de işte bu noktadan itibaren gerçekliği meydana getirdiğine inanılan söz konusu bağımsız kendilik veya gerçeklerin basitlik ve açıklıklarını gözler önüne sermeye yetecek kadar basit ve açık olan bir dil bulma problemi haline geldi.
İşte tam da bu noktada, Aristoteles’ten bu yana yüzyıllar boyunca üzerine ölü toprağı örtülmüş olsa da 20. yüzyılın başlarında özellikle Gottlob Frege ve Bertrand Russell’ın çığır açıcı çalışmalarıyla, deyim yerindeyse şaha kalkan mantık, olağanüstü hoş bir tesadüfün eseri olarak devreye girdi. Ve böylelikle de analitik filozoflar “sembolik mantığı ideal veya yetkin bir dilin çerçevesini temin eden bir disiplin olarak görme” durumuna geldiler. Analitik felsefenin mantığa bakışıyla ilgili bu iddia ya da ifadeyi, bu felsefenin farklı versiyonları ya da okullarını tanımlayacak şekilde, öyle sanılır ki en az iki, hatta üç değişik anlamda yorumlamak mümkündür. Buna göre her şeyden önce Frege, ama esas olarak da Russell ve ilk dönemi itibariyle Wittgenstein, mantığı dilin ve dili de dünyanın gerçek yapısını açımlayan bir araç veya disiplin olarak düşündü. Russell ve Wittgenstein, bununla da kalmayıp, gündelik dilde bu yapıdan ayrılmanın karışıklık ve hatalara yol açtığı, bu durumun da dilin yüzeydeki gramerinin gerçek yapıyı yansıtamamasından kaynaklandığı sonucuna vardılar. Örneğin Wittgenstein ilk döneminde gündelik dilin asıl mantıksal formu gizleyerek, düşünceyi açık olmaktan alıkoyduğunu söylüyordu. Frege, Russell ve Wittgenstein, işte bu durumun bir sonucu olarak, felsefi problemlerin dilin yüzeydeki unsurlarına kapılmaktan, onun yüzeydeki gramerini temele almaktan kaynaklanan sözde problemler olduğunu düşündüler. Sözgelimi “Aslanlar kükrer” ve “Aslanlar varolur” benzeri tümcelerdeki benzerlikten dolayı, “varolma” fiilinin tüm diğer fiiller gibi, özneye bir şey yükleme işlevini yerine getirdiği düşünülebilir ve dolayısıyla da varoluş, aslanların kükreme özelliklerine benzer başka bir özellikleri olarak görülebilir. Oysa sembolik mantıkta söz konusu tümcelerin sembolik eşdeğerleri bütünüyle farklıdır; varoluş, yüklemi temsil eden bir sembolle temsil edilmek yerine, “… olan en az bir X vardır” anlamına gelen bir varlıksal ya da tikel niceleyiciyle ifade edilir.
Mantığı dilde ve düşüncede açıklığı temin eden en önemli araç haline getiren söz konusu yaklaşım dışında, “sembolik mantığın ideal bir dilin çerçevesini oluşturması”ndan söz edilebileceği ikinci bir anlamı, mantıksal pozitivizmde, özellikle de bütün hayatı boyunca bilimin amaçları açısından en iyi dilin ne olduğu meselesiyle uğraşmış olan Rudolf Carnap’ta buluruz. Bununla birlikte, en iyi veya en yetkin dilin ne olduğu konusu, elbette bilimin diliyle sınırlanmış bir konu değildir. Bu açıdan bakıldığında, Russell’ın Principia Mathematica’da, Whitehead ile birlikte geliştirdiği formel dilin, gereği gibi yorumlandığı takdirde, doğru ve yanlış önermelerin dili olduğu rahatlıkla söylenebilir. Fakat gündelik dil, sadece doğru önermelerden oluşan bir dil değildir. Gerçekten de gündelik dil emirlerin verildiği, soruların sorulduğu, taahhütlerde bulunulan, inançların dile getirildiği, izinlerin verildiği, zorunlulukların ve imkânların olumlandığı bir dil olmak durumundadır. İşte bu durum analitik felsefecileri, aynı genel amaç doğrultusunda, dilin yukarıda örneklediğimiz assertorik olmayan yönlerine hakkını veren, standart mantık dışındaki mantıklar üzerinde çalışmalarına yol açmıştır. Nihayet, aynı bağlamda, analitik felsefe geleneği içinde, dili mantığın ya da formel bir sistemin dar gömleği içine sıkıştırmanın onun işleyiş biçimini çarpıtmak olduğunu düşünen filozoflar da olmuştur. Dilin aynı anda pek çok işlevi yerine getirdiğini, getirdikleri işlev yönünden benzer gibi görünen ifadelerin fiili kullanımları enine boyuna incelendiği zaman, birtakım farklılıkları açığa vurduğunu dile getiren söz konusu gündelik dil filozofları ise mantık benzeri formel sistemlerin, en iyi durumda her şeyi aşırı basitleştirdiklerini, en kötü durumda da dilin tüm boyutlarıyla yalın bir kurallar kümesine göre iş gördüğü varsayımıyla birtakım felsefi problemlere yol açtıklarını ileri sürer.
(...)
Bütün felsefeler gibi, analitik felsefenin de temin ettiği şemsiye altında çok sayıda farklı filozofun yer alabilmesini mümkün kılan birtakım temel ve belirleyici özellikleri vardır. Bu özelliklerin en başında ise, analitik felsefenin ontoloji anlayışını açığa vuracak şekilde atomiklik özelliği, yani analitik geleneğe mensup filozofların evrenin çok büyük sayıda basit, bağımsız ve müstakil kendiliklerden meydana geldiğini dile getiren inançları bulunur. Gelenek içinde yer alan farklı filozoflar söz konusu bağımsız ve basit varlık ya da kendilikleri teşhis edip tanımlama noktasında birbirlerinden önemli farklılıklar sergilerler. Nitekim içlerinden bazılarına göre bu basit kendilikler maddi parçacıklar, bazılarına göre duyu verileri, bazıları için izlenimler, diğer bazıları içinse olgulardır. Basit öğeleri, bağımsız kendilikleri ne kadar farklı şekillerde tanımlarlarsa tanımlasınlar, analitik filozoflar evreni oluşturan söz konusu müstakil kendiliklerin birbirleriyle olan ilişkisinin içsel, özsel veya zorunlu bir ilişkiden ziyade, nispeten gevşek ve dışsal bir ilişki olduğunu kabul ederler. Zaten analitik felsefenin belirleyici sıfatı da işte bu kabulden yani felsefenin ilk ve en önemli görevinin analiz olduğu, kompleks gerçeklik, varlık veya kendilikleri kendilerini oluşturan basit kendiliklere indirgeyecek bir analizden meydana geldiği kabulünden çıkar. Gerçekten de analitik felsefe geleneğine mensup filozoflara göre, basit unsur ya da kendilikler, kendileriyle karşılaşıldığında başka herhangi bir şeyin yardımı olmadan, dolayımsız olarak anlaşılabilir olma anlamında basittirler. Dolayısıyla, kompleks bir varlık ya da kendilik ancak kendisini meydana getiren basit, bileşensel öğelerine erişmeyi mümkün kılacak bir analiz tam ve doğrulukla hayata geçirildiği zaman anlaşılıp açıklanabilir. Buradan da anlaşılacağı üzere, analitik felsefe geleneğinde yer alan filozofların, Kant sonrası felsefeye, özellikle de Alman idealizmine, Comte, Marx, Dewey ve Heidegger gibi bağlamcı veya bütüncü filozoflara egemen olan açıklama anlayışını ya da daha doğrusu açıklama doğrultusunu tersine çevirdikleri söylenebilir. Sözünü ettiğimiz tüm bu bütüncü filozoflar, basit olanın anlaşılamaz olduğu, ancak ait olduğu bağlama veya bir parçası olduğu bütünün içine yerleştirildiği zaman anlaşılır hale geldiği düşüncesinden hareketle, açıklamanın yönünün basitten komplekse, küçükten büyüğe doğru olması gerektiğini ifade etmişlerdi. Oysa analitik filozoflar açıklamanın yönünün kompleks olandan basit olana, büyükten küçüğe doğru olması gerektiğini söylerler.
Analitik geleneğe mensup filozoflar, işte bu yüzden “açıklığa” olağanüstü büyük bir önem yüklediler. Bu bağlamda, bilgimizin kaynağını büyük ölçüde meydana getiren deneyimin aslında açık olduğunu kabul ediyorlardı; fakat deneyimin bize yalın öğelerle gelmediğini, karşı karşıya kaldığımız deneyim unsurlarının tam tersine bütünler veya kütleler olduğunu ileri sürdüler. Dahası, bu bütünü ya da kütleleri deneyimlememiz, onlarla ilgili tutumlarımız veya inançlarımızdan, bilumum korku ve endişelerimizden etkilenir. Analitik filozoflara göre, bizim istenen açıklığa erişmemiz ancak söz konusu deneyim kompleksleri, kendilerini meydana getiren ve her biri, başka herhangi bir şey değil de olduğu şey olan basit bileşensel unsurlarına ayrıştırıldığı zaman mümkün olabilir. İkinci olarak açıklığa, zihin deneyimin bu basit bileşenleriyle doğrudan temas içine girdiği, umutların ya da korkuların işe hiçbir şekilde karışmadığı deneyim, dolayımsız bir karşılaşma şeklinde yaşandığı zaman ulaşılabilir. Açıklığın olmazsa olmaz bu iki koşulunun aslında birbiriyle yakından ilişkili olduğu kabul edilir. Analiz faaliyetinin kendilerinde son bulduğu basit kendiliklerin, doğrudan ya da dolayımsız deneyimine sahip olmak mümkündür; bunun da en önemli nedeni, söz konusu kendiliklerde, basit olmaları dolayısıyla, bizdeki korku, kaygı ya da umutları doğuracak hiçbir şey bulunmamasıdır.
Analitik filozofların böylesi bir açıklık arayışı veya talebi içinde olmaları, onları doğallıkla dile, kendilerini 20. yüzyılın “dile dönüş hareketi”nin en önemli failleri haline getirecek kadar yoğun bir ilgi göstermeye sevk etmiştir. Analitik filozofların bakış açısıyla, gündelik dilin muğlaklık ve belirsizliklerle dolu olmak anlamında hayli yetersiz, felsefi amaçlar açısından uygunsuz, anlam açıklığına erişmek yönünden sıkıntılı olduğu kabul edilir. Evrenin duyu verilerinden, izlenimler veya yalın olgulardan meydana geldiğini öne süren analitik filozoflar açısından, bu gerçeği açığa vuran şey, gündelik dilin dünyanın, acılık ve tatlılık, yeşillik ve kırmızılık, yuvarlaklık ve düzlük benzeri şeyler yerine evler ve armutlar benzeri bütünlerden oluştuğunu temsil etmesidir. Gündelik dili, bu dilin muğlaklık, belirsiz anlamlılık ve benzeri bilumum tuzaklarını geleneksel pek çok çözümsüz problem ve felsefi ihtilafın en önemli kaynağı olarak gören analitik filozoflar, bu yüzden felsefi soruşturmanın başlamasından önce, gündelik dilin mümkün olduğu ölçüde arındırılması gerektiğini düşünürler. Gerekli açıklığı temin edecek böyle bir hazırlık çalışmasının kaçınılmaz olduğunu öne süren bu filozoflar, böyle bir hazırlığın layıkıyla hayata geçirilmesi durumunda geçmişin çözümsüz felsefi problemlerinin ve sonuçsuz ihtilaflarının çözümlenip sonuçlandırılabileceğini iddia ederler. Analitik filozofları Kant sonrası düşüncenin neredeyse tüm filozoflarından ayıran şey de budur, yani dile olan yoğun ilgi ve felsefi problemlere yaklaşımın en iyi yolunun dilsel kullanım üzerinde odaklaşan eleştirel bir inceleme olduğu kanaatidir. Gerçekten de 18. yüzyılda fenomen ile numen arasında bir ayrım yapan ve numenin bilinemediği yerde bilginin yegâne konusunun fenomen olduğunu bildiren Kant’tan sonra, filozoflar ya numenin bilgisinin bir şekilde mümkün olduğunu öne sürme ya da tüm dikkatlerini fenomenler üzerinde yoğunlaştırma alternatifleriyle karşı karşıya kalmışlardı. 19. yüzyıl filozoflarının önemli bir bölümü bilinemeyen numen düşüncesinin çelişik olduğundan hareketle, birinci alternatifi seçip numenin bilinebileceğini öne sürdü. Buna mukabil, bir grup filozof da ikinci alternatife bağlanarak, tüm dikkatlerini fenomenler üzerine yoğunlaştırdı. Dikkatlerini fenomenler üzerine yoğunlaştıranlar, öte yandan yüzyılın ortalarında ikiye bölündüler. Buna göre, sözgelimi Comte’un da aralarında bulunduğu bir grup filozof, sadece gözlemlenebilir fenomenler ve bu fenomenler arasındaki mekânsal-zamansal ilişkilerle meşgul oldular. Diğerleri ise, fenomenlerin ve fenomenler arasındaki mekânsal-zamansal ilişkilerin en azından kısmen insan zihninin sentezleyici faaliyetinin eseri olduğunu dile getiren Kantçı öğreti üzerine odaklaştılar. Aralarında kimi Hegelcilerin, Marksistlerin, Nietzsche ve izleyicilerinin bulunduğu bu ikinci grup, zaman zaman felsefeden bir ölçüde uzaklaşarak, doğallıkla sosyal psikoloji, antropoloji, sosyoloji ve kültür tarihi doğrultusunda ilerlediler.
Analitik filozoflar işte bu sonuncu gelişmenin felsefe açısından büyük bir felaket olduğunu düşündüler. Onun bir felaketi ifade etmesinin, analitik geleneğe mensup filozoflar açısından iki büyük nedeni vardı: Her şeyden önce, bu çerçeve içinde yapılan çalışmalar, geliştirilen düşünceler, onlara, elbette felsefeden anladıkları şeye bağlı olarak, hiçbir zaman bir felsefe gibi görünmedi. İkinci olarak da sözgelimi Nietzsche ve izleyicileri tarafından ortaya konan araştırma ya da felsefeler, epistemolojik ve ontolojik kabulleri itibariyle, onlara septisizm ve rölativizmle sonuçlanmaya mahkûm felsefeler olarak göründü. Analitik filozoflar, işte bu yüzden ve ayrıca, baştan itibaren Kantçı inşacılıktan çıkışın bir yolunu aradıkları için tamamen realist bir yaklaşımla fenomenlerin varoluşu üzerinde yoğunlaşan kanat içinde olmaya özen gösterdiler. Hatta numenlerden söz etmek, bu filozoflara anlamsızlığın tepe noktası olarak göründüğü ve fenomen terimi daha az gerçek olan bir şeyi ima ettiği için onlar fenomenlerden söz etmekten bile vazgeçtiler. Numenler felsefenin lügatinden bir kez çıkartılınca, Kant’ın daha temel bir şeylerin görünüşü olarak öne sürdüğü fenomenler hakikaten var olan yegâne gerçekler haline geldi. Analitik filozoflar, dahası söz konusu gerçekleri, analiz sürecinin kendilerinde son bulduğu basit, bağımsız kendiliklerle özdeşleştirdiler. Felsefenin en merkezi görevi de işte bu noktadan itibaren gerçekliği meydana getirdiğine inanılan söz konusu bağımsız kendilik veya gerçeklerin basitlik ve açıklıklarını gözler önüne sermeye yetecek kadar basit ve açık olan bir dil bulma problemi haline geldi.
İşte tam da bu noktada, Aristoteles’ten bu yana yüzyıllar boyunca üzerine ölü toprağı örtülmüş olsa da 20. yüzyılın başlarında özellikle Gottlob Frege ve Bertrand Russell’ın çığır açıcı çalışmalarıyla, deyim yerindeyse şaha kalkan mantık, olağanüstü hoş bir tesadüfün eseri olarak devreye girdi. Ve böylelikle de analitik filozoflar “sembolik mantığı ideal veya yetkin bir dilin çerçevesini temin eden bir disiplin olarak görme” durumuna geldiler. Analitik felsefenin mantığa bakışıyla ilgili bu iddia ya da ifadeyi, bu felsefenin farklı versiyonları ya da okullarını tanımlayacak şekilde, öyle sanılır ki en az iki, hatta üç değişik anlamda yorumlamak mümkündür. Buna göre her şeyden önce Frege, ama esas olarak da Russell ve ilk dönemi itibariyle Wittgenstein, mantığı dilin ve dili de dünyanın gerçek yapısını açımlayan bir araç veya disiplin olarak düşündü. Russell ve Wittgenstein, bununla da kalmayıp, gündelik dilde bu yapıdan ayrılmanın karışıklık ve hatalara yol açtığı, bu durumun da dilin yüzeydeki gramerinin gerçek yapıyı yansıtamamasından kaynaklandığı sonucuna vardılar. Örneğin Wittgenstein ilk döneminde gündelik dilin asıl mantıksal formu gizleyerek, düşünceyi açık olmaktan alıkoyduğunu söylüyordu. Frege, Russell ve Wittgenstein, işte bu durumun bir sonucu olarak, felsefi problemlerin dilin yüzeydeki unsurlarına kapılmaktan, onun yüzeydeki gramerini temele almaktan kaynaklanan sözde problemler olduğunu düşündüler. Sözgelimi “Aslanlar kükrer” ve “Aslanlar varolur” benzeri tümcelerdeki benzerlikten dolayı, “varolma” fiilinin tüm diğer fiiller gibi, özneye bir şey yükleme işlevini yerine getirdiği düşünülebilir ve dolayısıyla da varoluş, aslanların kükreme özelliklerine benzer başka bir özellikleri olarak görülebilir. Oysa sembolik mantıkta söz konusu tümcelerin sembolik eşdeğerleri bütünüyle farklıdır; varoluş, yüklemi temsil eden bir sembolle temsil edilmek yerine, “… olan en az bir X vardır” anlamına gelen bir varlıksal ya da tikel niceleyiciyle ifade edilir.
Mantığı dilde ve düşüncede açıklığı temin eden en önemli araç haline getiren söz konusu yaklaşım dışında, “sembolik mantığın ideal bir dilin çerçevesini oluşturması”ndan söz edilebileceği ikinci bir anlamı, mantıksal pozitivizmde, özellikle de bütün hayatı boyunca bilimin amaçları açısından en iyi dilin ne olduğu meselesiyle uğraşmış olan Rudolf Carnap’ta buluruz. Bununla birlikte, en iyi veya en yetkin dilin ne olduğu konusu, elbette bilimin diliyle sınırlanmış bir konu değildir. Bu açıdan bakıldığında, Russell’ın Principia Mathematica’da, Whitehead ile birlikte geliştirdiği formel dilin, gereği gibi yorumlandığı takdirde, doğru ve yanlış önermelerin dili olduğu rahatlıkla söylenebilir. Fakat gündelik dil, sadece doğru önermelerden oluşan bir dil değildir. Gerçekten de gündelik dil emirlerin verildiği, soruların sorulduğu, taahhütlerde bulunulan, inançların dile getirildiği, izinlerin verildiği, zorunlulukların ve imkânların olumlandığı bir dil olmak durumundadır. İşte bu durum analitik felsefecileri, aynı genel amaç doğrultusunda, dilin yukarıda örneklediğimiz assertorik olmayan yönlerine hakkını veren, standart mantık dışındaki mantıklar üzerinde çalışmalarına yol açmıştır. Nihayet, aynı bağlamda, analitik felsefe geleneği içinde, dili mantığın ya da formel bir sistemin dar gömleği içine sıkıştırmanın onun işleyiş biçimini çarpıtmak olduğunu düşünen filozoflar da olmuştur. Dilin aynı anda pek çok işlevi yerine getirdiğini, getirdikleri işlev yönünden benzer gibi görünen ifadelerin fiili kullanımları enine boyuna incelendiği zaman, birtakım farklılıkları açığa vurduğunu dile getiren söz konusu gündelik dil filozofları ise mantık benzeri formel sistemlerin, en iyi durumda her şeyi aşırı basitleştirdiklerini, en kötü durumda da dilin tüm boyutlarıyla yalın bir kurallar kümesine göre iş gördüğü varsayımıyla birtakım felsefi problemlere yol açtıklarını ileri sürer.
(...)