Çok eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz.. Tarayıcınızı güncellemeli veya alternatif bir tarayıcı kullanmalısınız.
Mustafa Ali'nin içinde yaşadığı dünya düzenine karşı koyduğu tavır, onu Muğla'nın Çökertme köyünün yakınlarında, ıssız bir kulübede yaşamaya kadar götürür. Felsefe bölümü mezunu olan Mustafa Ali burada doğayla iç içe, modern hayatın getirisi olan her şeyden uzak bir yaşam sürer ve zamanının tamamına yakınını kitap okuyarak geçirir. Çalışmaya ise kesinkes karşıdır. Cavit ise kurnaz ve çalışkan bir işadamıdır ve yeni projesi için Çökertme köyüne gelir. Amacı Mustafa Ali'nin sahip olduğu araziyi satın alıp yerine kazanç getirecek bir butik otel yaptırmaktır. Ne var ki İstanbul'dan gelen bu beklenmedik konuğun hayatı Mustafa Ali ile tanıştıktan sonra eskisi gibi olmayacaktır.
Bir arkadaşımla konuşurken, konu Mandıra Filozofu'na geldi ve birden bu konuda bir öykü yazmışlığım aklıma geliverdi. Arşivi arayıp taradıktan sonra bunu buldum.
Sene 1997, aylardan Haziran. Aslında bilindik bir öykü, biraz orasına burasına dokunmuşum, tıpkı Mandıra Filozofu'nda yaptıkları gibi...
BİR TATİL ÖYKÜSÜ MÜ ? Karayipler'de, boyunlarında fotoğraf makinesi, yok hayır, video kameralar olan, Hawai desenli gömlek, bol bermuda giymiş, yaşı geçkince turistlerin henüz tam olarak istilasına uğramamış bir ada. Adanın gözden uzak bir köşesinde, yeşil ile mavinin birleştiği bir koy ağzı. Kıyıdan elli metre açıkta demirlemiş olağanüstü güzel bir motor-yat. Belli ki çok zengin birine ait, ya da öyle birince kiralanmış. Açık denizde balık avlamak için mi, yoksa stresli iş günlerinin arasına sığdırılmış küçük bir kaçamak için mi ? Kim bilir. Müthiş bir sessizlik ve durağanlık içinde aksi bir ihtiyarın genizden gelen hırıltısı gibi bir pıt pıt pıt sesi akordu bozuyor, ya da tamamlıyor. Sanki o ses olmasa havada asılı kalmış bir tek sinek vızıltısı bile yok. Topluca bir adam. Başında soluk mavi renkli bir kep, kara güneş gözlükleri, yakası lacivert beyaz bir tişört, tenine sıkı sıkıya yapışmış dar siyah bir mayo. Mağrur, kendine güveni yüksek birine benziyor adam. Teknenin yanına indirilen küçük merdivenlerden inip, içinde bir diğer adamın el vermeye hazır olduğu kauçuk bota geçiyor. Adam bir gemici olması kuvvetle muhtemel zatın uzattığı eli görmezden gelip, botun ortasındaki tahta sıraya kuruluyor. Gemici yolcusunun yerleştiğine emin olduktan sonra, küçük botu yatın merdivenine bağlayan ipleri çözüyor ve kauçuk botun hafif hafif boşa çalışmakta olan kıçtan takma motoruna gaz veriyor. Turuncu renkli kauçuk botun burnu otuz kırk santim yükseliyor. Arkasında çabucak kaybolmayan bembeyaz bir köpük; çok net ve berrak havaya karışan mavimsi grimsi bir küçük is bulutçuğu bırakan bot yarım daire çizdikten sonra turkuaz renkli suyun üzerinden kayarak, kıyıya doğru yöneliyor. Sahilde, kumsaldan başlayıp denizin bel boyuna yükseldiği yere kadar uzanan derme çatma tahta bir iskele. Yosun bağlamış iskele ayaklarından birine tutturulmuş küçük bir sandal. Sandalın kıçına yığılmış bir öbek ağ. Ağların kirli sarı rengine karışan koyu yeşil tonlar, sanki temizlenmediğini, yer yer yosunlar ile dolu olduğunu gösteriyor. Az ötede, sekiz on metrelik kumsalın bitip, bir o kadar genişlikte çimenliğin başladığı çizgide bir kulübe var. Tahtadan. O da bakımsız. Bazı tahtaların çivileri yerlerinden oynamış olmalı. Ama yine de şirin, yanı başında bitivermiş orman, üzerine oturduğu çimenlik, kumsal ve deniz ile uyum içinde. Hiç sırıtmıyor. Kulübenin görünen perspektifinde yan tarafta iki cam var. Arkası gözükmüyor. Ama çitle çevrilmiş bahçecik olduğuna göre, herhalde bir arka kapısı da var. Kulübe profilinde çatıda bir baca da var elbette. Yok, hayır, duman çıkmıyor bacadan. Ön yüzde bir pencere ve kapı sade verandanın hemen ardında. Kapı gerçekte var mı yok mu görülmüyor. Kahverengi tonların arasındaki siyahlık, kapının açık olduğunu ya da hiç olmadığını iddia ediyor. Verandada bir adam galiba salıncaklı sandalye üzerinde uyuyor gibi. Adamın siması beyaz ırktan biri olduğunu vurgulasa da, teninin rengi adamakıllı kararmış. Göğsü de öyle. Kirli bej renkli şortundan çıkıp, birbirinin üzerine çapraz oturmuş bacakları da en azından aynı renkte. Belki daha bile koyu. Şortun renginin verdiği kontrast böyle bir izlenim yaratmış da olabilir. Ayakları çıplak. Sandalye sallanmıyor. İskeleye bağlı duran sandalın sahibi balıkçı bu olmalı. Otuz yaşın üstünde ve elli yaşın altında olduğu kesin de, ötesini belirlemek olanaksız. Turuncu renkli kauçuk bot iskeleye yanaşıyor. Mavi, yeşil, turkuaz ve kum renkleri arasında turuncu renkli bot göz tırmalıyor. Can sıkıyor. Mavi kepli, beyaz tişörtlü adam bottan iskeleye çıkmaya çalışıyor. Birinci denemesinde başarısız. Bot şöyle bir sallanıp, tekrar dengesini buluyor. Gemici iki eliyle iskeleyi tutarken, yolcu gövdesinin verdiği hantallık izlenimini bir kalemde silip atacak çeviklikle iskelenin üstüne atlayıveriyor. Gemici motoru susturup, botu iskeleye bağlarken, o ağır adımlarla kulübeye yollanıyor. Balıkçı hala hareketsiz. Gözleri açık mı kapalı mı seçilmiyor uzaktan. Turuncu renkli kauçuk motorun homurtularını duymuş olmalıydı. Ya da turkuaz renk üzerinde, “Hey, ben varım” diyen turuncu botun tam da onun bulunduğu noktaya doğru yöneldiğini mutlaka fark etmiş olmalıydı. Ama o hala hareketsiz. Ne zaman ki, yabancı sağ ayağını verandanın ilk ve tek basamağına değdirdiğinde yorgun tahtadan cılız bir gıcırtı çıkıyor, işte o anda kafasını yaklaşmakta olan beklenmedik misafire çeviriyor. “Merhaba, rahatsız etmiyorum ya.” Diyor yabancı. Balıkçı hiç bir anlam ifade etmeyen bir bakışla karşılık veriyor. Mavi kepli, beyaz tişörtlü yabancı kararlı.
“Dilimizi biliyor musunuz ?”
Balıkçı, başını sallıyor hafifçe.
“Sizinle biraz konuşmak istiyorum.”
“Tabi, olur.” Yanıtı ne samimi ne de düşmanca. Balıkçı birdenbire ortaya çıkıverip, durağan dünyasını turuncu kauçuk botu ile renklendirip şereflendiren bu ziyaretçiden rahatsız mı, memnun mu hiç belli değil. Hala sandalyesinde oturuyor, ne ayaklarını ne de gövdesini kıpırdatmadan, biraz önce yabancıya yönlendirdiği yüzünü oynatmadan bekliyor. “Evet, haydi ne söyleyeceksen söyle de çek git be adam” anlamı yok o yüzde. Ama “Ne iyi ettiniz de geldiniz, ben de iki laf edecek birini arıyordum” diyen bir surata da hiç benzemiyor. Öylesine bakıyor ve bekliyor.
“Üç senedir Mayıs ve Eylül aylarında buralara geliyorum. O tekne benim. Balık avına çıkıyorum. Buralarda çok kılıç balığı var. Eminim siz de biliyorsunuz. Sıkıldıkça da bu koya gelir biraz kafa dinlerim. Buranın doğal güzelliğine ölüyorum. New York’da büyük bir şirketin sahibiyim. İş stresini böylece atıyorum.”
Balıkçı konumunda en küçük bir değişiklik yapmıyor. Yabancı konuşurken hareketli, bir sağa adım atıyor, bir sola.
“Bir kaç kez de karaya çıktım. Beni ve teknemi hatırlıyor olmalısın.”
Balıkçı küçük bir baş hareketiyle onaylıyor. Bu sırada içeriden bir melez kız çıkıyor. Esmer tenli, dalgalı saçlı. Kusursuz bir yüze, ölçüleri dünya standartları enstitüsü tarafından onaylanabilecek bir vücuda sahip. Mavi beyaz çiçek desenli bir bikini üstü ve aynı kumaştan yapılmış uzun bir etek var üstünde. Dişlerini gösteriyor gülümsemeyle karışık ve geçip sandalyenin arkasına, kollarını balıkçının boynuna doluyor. Ağırlık merkezinin değişmesiyle sandalyenin dengesi hafifçe bozuluyor. İki küçük salınımdan sonra salıncaklı sandalye tekrar dengesini buluyor.
“Merhaba” diyor yabancı yeni ortaya çıkan ev sahibesine. Biraz önceki diş göstermeli gülümseme tekrarlanıyor.
“Her geldiğimde seni izliyorum. Burada bütün gün oturuyorsun. Balığa bile çok ender çıkıyorsun. New York’a döndüğümde bile seni unutamıyorum. Hep aklıma geliyorsun. Örneğin şu iskeleyi tamir edebilir, evini onarabilirsin.”
“Neden ?” sözcüğü şaşkınlık ya da merak ifadesi içermeyen, yüksek sesle okunan uzun bir iş mektubundaki yüzlerce kelimeden sadece biriymişcesine balıkçının ağzından dökülüyor.
“Neden mi ? Tabi daha iyi bir yaşam için. Örneğin, her gün erkenden kalkıp balığa çıkar, tuttuğun balıkları yakındaki köyde satabilirsin.”
“Sonra ?”
“Şu eski sandalını satıp, daha güzel bir sandal hatta motorlu bir tane bile alabilirsin.”
“Sonra ?”
“Daha çok çalışıp daha çok para kazanıp, büyük bir balıkçı teknesi alabilirsin.”
“Sonra ?”
“Yanında çalışan adamların olur, daha çok balık tutup balık konservesi fabrikası falan kurabilirsin. Zengin olursun.”
“Sonra ?”
“Sonrası mı, benim gibi zengin olunca, işte bunun gibi teknen olur. Benim gibi buralara gelip balık tutarsın” Bu anda hava birden kararıyor. Ani bir tropikal yağmur, çakan şimşekler ve gök gürültüsü ile birlikte arzı endam ediyor. Fondaki konuşmalar yağmurun yapraklar üzerinde yarattığı hışırtıya ve gök gürültüsüne karışıp yok oluyor. Konuşma bitiyor mu bitmiyor mu belli değil. Acaba bu muhabbetten sıkılan birisi durumdan vazife mi çıkarıyor, anlaşılmıyor. Yoksa bu öyküyü nakleden çok mu oluyor ? Su mu kaçırıyor ? Öykü pek bilinmedik bir şey değil aslında. Ben sadece orasına burasına birkaç fırça darbesi vurdum. Tatil deyince hep aklıma gelir de…. Haziran 1997, N. Kantarelli
Merhaba Ziyaretçi hoşgeldin !
Forumdan daha fazla yararlanmak ve bize destek olmak için buradan kayıt olunuz
Hello Welcome to GSCimbom! Register here to benefit more from the forum
Bu site çerezler kullanır. Bu siteyi kullanmaya devam ederek çerez kullanımımızı kabul etmiş olursunuz.