Cevap: Türk Dili'nin Gelişimi Hakkında Ne Düşünüyorsunuz?
Konuya, yazar olarak bakmadan önce, iki nokta üzerinde durmak gerektiğini sanıyorum.
İlki şu: Felsefi düşünce deyince ne anlıyorum?
Kabataslak bir tanımla, kendi kendine yönelebilen, kendi kendini eşeleyebilen, belli bir çerçeve içerisindeki sorunları arayıp bulan, bunların sınırını çizmeğe çalışan bir düşünce anlıyorum.
İlk bulduğuyla yetinmeyen, başkalarından aldığını körü körüne kullanmakla yetinmeyen bir düşünce davranışı...
Uzmanca sorularla uğraşan bir felsefenin, " teknik düzeyde " diye niteleyeceğim bir felsefenin, içinde kapanıp kalmayan, felsefe alanının dışındaki işlerimizi, yapıp etmelerimizi de etkileyen bir düşünce davranışı.
Felsefe ile uğraşmadığımız zaman da bizden biraz felsefeci davranışı isteyen bir düşünce yolu...
Felsefelerin üstündeki felsefe, belki de... Bu düşüncenin Türkiye'de "eksikliği"ne gelince... Bilmiyorum... Eksiklik sözcüğü, biraz yanıltıcı olabilir gibime geliyor. Gereksi, - daha da önemlisi - verimsiz birtakım tartışmalara ya da suçlamalara yol açabilir. Sanırım, biraz daha iyimser davranabiliriz, felsefi düşüncenin eksikliğinden söz edecek yerde, yeterince yaygın olmadığını söyleyebiliriz, gönlümüzün dilediğince yaygın olmadığını...
Felsefe, ilk çağlarının alanlarına, saçak altlarına, gündelik yaşayışın en yalın sorunlarına belki dönmez bundan sonra, belki dönemez. Ama felsefi düşünce dediğimiz düşünce davranışı, gündelik işlerimizde bile bize yardım edecek bir güç olamaz mı yeniden? Benim derdim günüm, yazı yazmak; edebiyatın "yapıntı" adı verilegelen bir dalında metinler düzmek; bu metinlerin nasıl kurulabileceğini araştırmak... Yazı yazma alanının felsefi düşünceyle ilişkileri çoktur, çeşitlidir; ben bu alanın yalnız beni ilgilendiren köşesi üzerinde durmak zorundayım burada. Öykü, roman diye birtakım tür adları yerine de, özel bir anlam vererek, "metin" sözcüğünü kullanacağım. Metin yazmak, metin yazma yoluna baş koymak, garip bir iştir. Aykırılıklar, tuhaflıklar, yanılgılar, güçlükler sarar çevresini. Metin yazmanın sorunları, dar anlamda bir yazarlar çevresinin dışında, genellikle bilinmez; merak edilmez. Oysa metin, az ya da çok bu çevrenin dışına yönelir.
Herkes resim yapmaz, ya da taş yontmaz. Ama herkes, çeşitli düzeylerde, yazı yazabilir. "Yazı dediğin ne ki?" diyenler az değildir. Gerçi, yazının güçlüğünü sezenler, ya da, yazı yazmaya oturunca bu güçlüğü anlayıverenler de az değildir. Gene de yazının bir çeşit işçilik ürünü, marangozluk, duvarcılık benzeri bir işçiliğin ürünü olduğunu söylerseniz şaşıranlar, gülenler, - bir daha söyleceğim - az değildir.
Kimi okumuş yazmış kimsenin yazara, yazıya bakışı, yazarın gönlüne yazıyı bıraktıracak ölçüde umutsuzluk salabilir. Bunlar sorun değil, birtakım sorunların uzantılarının uzantıları. Felsefi düşünce de, olsa olsa, uzantılarının uzantılarıyla bu konularda yararlı olabilir. Ama işe biraz başka türlü bakalım: Bir menteşe gibi düşünün metni; bir yanına yazar, bir yanına da okur yapışmış olsun. Yazarla okurun aracısı, bağlayıcısı olsun metin... Gözünüzün önüne, böyle bir şey getirmek istiyorum. Biribirinden kolay kolay ayrılamayacak üç varlığı, ayrı ayrı şeylermiş gibi ele alırken daha az yanıltıcı olabilmek için...
Çünkü yazı yazan kişi, yazılan yazı, yazıyı okuyan kişi, öyle uslu uslu sıraya girecek gibi değiller... Yazar tektir. Metin de tektir; ister edebiyat ya da edebiyatlar tarihi içerisinde ele alınsın, ister yazarının öbür yapıtları arasında ele alınsın... Ama okur, sınırsız bir çoğulluk olarak çıkar karşımıza.
Yazardan başlayalım. Önce şu soruyu soralım: Yazar, ilginç bir kişi midir? Olabilir de olmayabilir de. Ama ister yüce, ister aşağılık işler yapmış olsun yaşamında; ister yepteni bir yaşama biçimi yaratmış, yaymış olsun... Bu işler, ancak yazısını biçimlediği ölçüde ilginç olabilir. Ama şimdi, bu açıdan bakıyoruz.
Bir yazar, düşünür de olabilir. Biz gene, düşünürlüğüne değil, bu düşünürlük yazısında ne ölçüde biçimleyici olmuş, ona bakalım. Kısacası, ancak yazısı, metni açısından bakalım yazara. İkinci sorumuz da şu olsun: Yazarın felsefi düşünceyle ille de ilişkisi var mıdır?
Olmayabilir. Ya da, pek, pek dolaylı olabilir. Ama hemen hemen her yazarın, bir "felsefesi"nden söz edilir. Yazarın kimi zaman belirgin biçimde, çoğu zaman da örtülü biçimde dile getirdiği bu "felsefe", dünyaya bakışıdır, dünya görüşüdür. Sanırım, felsefi düşünceyle ilişkiyi buradan daha ötede aramamız gerekir. Bir ötede ise şunlarla karşılaşabiliriz:
Yazarlar, birtakım felsefi görüşler, ya da felsefeler benimserler, bunlar yazılarına yansız. Yazar, ilginç bulduğu birtakım felsefi düşünceleri ya da öğretileri, okurlarının bilgisi artırmak için, tanıtmak isteyebilir, tanıtmakla da yetinmez, metindeki kişilere, olaylara, bu düşünceler yardımıyla yorumlar, açıklamalar getirir.
Ya da, yazar, felsefeden yola çıkabilir; bir felsefeyi yapıntı terimleri içerisinde somutlaştırabilir. Çağımızın "felsefeci-romancı"larından birinin deyişiyle, "varsayımı gerçeklemek üzere deneyime girişen bir bilgin gibi", yazar da, felsefesini somutlaştırma deneyimine girişebilir. Ama birtakım yazarlar, özellikle, çağdaş birtakım yazarlar felsefi düşünceyle bundan da biraz ötede, daha başka türlü bir ilişki kurabilmişlerdir. Felsefi düşünce yazının, yazı yazma işinin, kendisine yönelmiştir. Bu ilişkinin sonucu da şu olmuştur: Yazı yazma işi etkilenmiştir doğrudan doğruya. Yazı değişmiştir. Felsefi düşünce yazı yazmanın kendisine yönelince ortaya çıkan metinler, alıştırılmamış okuru yadırgatıyorsa, onu yoruyor ya da kızdırıyorsa, suçu yazara yüklemek, kolaya kaçmanın çirkince bir türlüsü olur. Alıştırılmamış okuru suçlamaksa, aynı kolaycılığın çirkince bir başka türlüsü...
Yazının yenilenmesi, çağının değişikliğini yansıtması, ille de felsefenin araya girmesini mi gerektirir? Felsefi düşünce yazının kendisine yönelmezse olmaz mı bu işler? Felsefe olmazsa olmaz demek, güç. Ancak, felsefi düşüncenin bu biçimde işe karışması, çok önemli olabiliyor, bunu unutamayız. Yazar, metnini bitirdiği anda, bir bakıma, ortadan çekilir, yok olur. Ama yazı da, istediği kadar bir kağıdın üzerinde yer kaplasın; kendisine yönelecek bir okur, - tek bir okur olsun - bulmadıkça yok gibidir. Kitaplık görevlileri, katalog düzenleyicileri, bir yazarın, bir kitabın adıyla yetinebilirler. Ama yazarı da, yazıyı da ancak okur var edebilir.
Okur, bir sayıdır kimi zaman; bir, beş, bin, birkaç milyon... Başka başka çağlarda, ülkelerde yaşayabilir ya da yaşamış olabilir. Okur okuduğunu kendine katabilir, ardından susabilir; tüketmekle kalmıştır. Okuduğunu başkalarına aktarabilir; yansıtıcı olmuştur. Yansıtıcılar, o yazıyı eleştirenler, inceleyenler, tarihe sokanlardır; dolayısıyla o yazıdan yola çıkarak yeniden yazı alanına giren, yazarlık eden kimselerdir. Okurlarla felsefi düşünce arasındaki ilişkiyi iki ana koldan gidererek aramağa çalışmak gerekir sanırım. Biri okumadır bu kolların; biri de eleştiri. Felsefi düşüncenin bu alanlarda yeterince yaygın olmaması ise, gerçek sorunlar yaratıyor.
Okumasını bilmek gerek, her şeyden önce. Bu da, öğretilebilecek bir şeydir. Değişik kitaplar için değişik düzeylerde okumalar gerekebileceği, hemen hemen bütün okurların, en azından sezebileceği bir şeydir. Ama okumanın, bırakın türlerini, temel tekniklerini okulda öğrenebilenlerin sayısı pek olmasa gerek. Her şeyden önce, okumayı, okumasını öğrenmeyi bir sorun olarak görmek. Okunan metnin, incelenmesi, anlaşılmasına çalışılması, gerçi okullarda öteden beri yapılagelir. Ne var ki bu inceleme, katının katısı kalıplar içerisinde yürütülür. Üstelik, bu kalıpların çoğu, ancak geçmiş yüzyılların metinlerine uyar; başkalarınca düşünülmüş, geliştirilmiş kalıplardır bunlar.
Oysa, çok daha üst düzeyde sürdürülecek eleştirel çalışmalar, okul düzeyinde, dolayısıyla, okuma düzeyinde gerçekten yararlı olabilir. Üst düzeyde sürdürülecek eleştirel çalışmalar dediğimize gelince. Yazarlar için söylediğimizi anımsatan bir durumla karşılaşabiliriz bu alanda. Felsefi düşünceyle ilişkinin gerçekten kurulduğu kat, eleştirel etkinliğin kendi kendini eleştirebildiği kattır. Burada eleştiri kendi temellerini araştırır, eleştirmek istediği yazının gerektirdiği eleştiriyi arar, kendi düşüncelerini sınar. Burada, eleştiri, yazıyı anlamağa yönelir, yazıdan yola çıkarak yazıya gider. Eleştirmen, birtakım takınaklarından kurtulur: Yazara ya da okura yaranmak durumunda olmadığını, yazarı ya da yazıyı yargılayan üstün bir varlık olmadığını, yazardan daha çok yazarlık bilmesinin şart olmadığını, okura da yazara da birçok şey öğretmekle görevli olmadığını anlar. Eleştirmen, başkasının toprağında kendi çiçeğini yetiştirir bir bakıma. Bunun gereklerini görmeğe, öğrenmeğe çalışır.
Okumak, yemek yemeğe çok, ama pek çok benzeyen bir iştir derim. Bu benzetmenin ayrıntılarına giricek değilim, Ancak okur da, okuduğu metni parçalar, bir bakıma yok eder. Özümlediğini de, uzun ya da kısa bir süre, içinde yaşatır. Eleştirmen, bunu yaptıktan sonra yeniden yazı alanına girdiğinde, okurlarına yeniden parçalanacak, özümlenecek bir metin verir. Eleştiri metnin yerini tutamaz; bunu öğretmek, gene de, eleştirinin, ondan sonra da okulun ödevi...
Metinle kurulacak bildirişim, yalnız felsefi düşünce durağından mı geçer? Buna "hayır" diyeceğim. "Sevdim, sevmedim" çeşidinden tepkileri kimsenin küçüksemeğe hakkı yoktur. Ama kendini düşünme konusu haline getirmeyen, getiremeyen bir eleştiri, havanda su döver gibime gelir. Okur, eline yeni bir kitap aldığını zaman daha önce okuduğu birçok kitabun, az ya da çok, izini taşıyordur içinde; okuduğu kitaplar, yazılışlarının sırasıyla değil, okunuşlarının sırasıyla biribirini etkiler. Ama özel tepkilerin, görüş ya da izlenimlerin, hiç değilse payını, yerini görebilmek, gösterebilmek, gene felsefi çeşitten bir düşüncenin işidir.
Ancak, yazarı, yazıyı, okuru kuşatan daha geniş bir alan var: Dil alanı. Dil üzerine bilinegelen sözlere burada yinelemek istemem. Ama yazarın ekmeği, suyu, havası olan dil, felsefi düşüncenin yönelmesi gereken başlıca alanlardandır, derim. Bir şey mi düşünüyor? Türkçesini söyleyebilmeliyiz. Biraz alıkça bir söz gibi gelebilir bu söylediğim. Ama, sanıyorum, değil. Bir dilin yapısı, o dilde düşünce sürecinin de yapısıdır. Felsefi düşünce, bir dilde, çeviri yoluyla başlatılabilir. Ama o dilde düşünmedikçe o dili konuşanların felsefesi olabilir mi? Sanmıyorum.
Yalnız terim işi değil bu. Düşüncenin Türkçe olması gerek. Dilin işleyişinin bilinmesi gerek bunun için. Kişi anadilini eksiksiz bilebilir mi? Okumuş yazmış kişilerde sıkça görülen bir hastalık vardır. Dil, kendi bilgilerinin sınırı içinde kaldıkça saygındır; bu sınırları aşan her şey, ya yoktur, ya olamaz, ya da yanlıştır, kullanılmaz. Oysa dili öğrenme süreci, bana kalırsa, hiç bitmez. Yazı yazmak için dili kullanacak olanlar, düşüncesini yazı ya da söze aktaracak olanlar, dili durmadan düşünmek zorunda değiller mi?
Durmadan eşelemek, durmadan yoğurmak, durmadan denemek zorunda değiller mi? Arap, Alman, Yunan, Çin felsefeleri, her şeyden önce, Arapça, Almanca, Yunanca, Çince felsefeler, ama aynı zamanda, Arapçanın, Almancanın, Yunancanın, Çincenin felsefeleri değil mi?
Türkçe konuşanların felsefesi, Türkçeden doğar, Türkçede, Türkçenin içinde doğar sanıyorum. Bir dilin, düşünmemiş olduğunu şeyleri o dilde anlatmak istiyorsak, elbette hazır kalığlar bulmayız. Bu kalıpların yaratılması gerekir. Bildiğim kadarıyla, büyük felsefe dilleri, bunu yapmıştır, durmadan yapmaktadır. Türkçenin birtakım incelikleri aktarmada yetersiz kaldığını, işlenmediğini söyleyenleri hep işitmişizdir. İşlemek kimlerin işi?
Düşünenlerin olsa gerek, özellikle dil üzerine düşünenlerin. Bir de, en geniş anlamıyla, yazarların. Deminki anlamda "metin" yazan, zaten dilinde yaşamaktadır. Ama edebiyat dıdşında bir yazı yazanların da yapacağı çok şey var diye düşünüyorum. Doğanın kirlenmesi, çevrenin kirlenmesi, artık herkesçe bilinen bir tehlike. Dilin kirlenmesi ise, yazı dilinin birçok katında, sürdürülebiliyor. Konuşma dili her zaman diri kalmasını bilir; alır, kullanır atar. Ama kirli yazı dillerinin zararlı olduğu, bulaşıcı olduğu alan, gene yazı dilleri alanı. Konuşma dilini etkilemez mi bu kirli yazı dilleri? Etkiler. Bereket, geçici bir etkidir bu. Oysa yazı dillerinde ne cesetler, ne zehirler vardır! İlan dilini, basılı kağıtların türlüsünde görülen dili düşünün. Dil kirlendikçe işe yararlığı azalır. Bu sorunların inceleme konusu olacağını, olması gerektiğini kabul eder misiniz?
İşte felsefi düşüncenin en yaygın olmasını dilediğim alan.
Bilge Karasu, Felsefe Kurumu Seminerleri, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1974, s. 19-24.