- 25 Nisan 2011
- 20.489
- 12
- 378
------
Ben gözyaşlarıma hakim olamadım okurken...
"alıntıdır"
galatasaraylı öyküler - galatasaray sözlük
bizim öykülerimiz. senin, benim, aynı armaya, aynı sevdaya gönül vermiş herkesin bir galatasaray öyküsü vardır.
çünkü hayattır, galatasaray. sevdadır. aşktır. felsefedir. inançtır. azimdir.
tuttuğu futbol takımı, insanın kişiliğinde, hayata bakışında, felsefesinde şekillendirici rol oynar. herkesi bir parça etkiler, futbol sevdası.
benim de bir öyküm var. içinden galatasaray geçiyor.
aslında bu öyküyü size daha önce kısaca anlattım. pek hoş bir öykü değil. tekrar ve detaylı olarak anlatmaktaki amacım, kimseyi üzmek değil. acımın üzerinden prim yapmak değil. sadece, bu yazıyı yazdığım tarih, 31 aralık 2013. yılbaşı. ve ilk defa bir yılbaşında bu kadar eksik hissediyorum kendimi. paylaşmazsam deli olacağım. buraya paylaşıyorum.
anlatacağım öykü, (bkz: #1277590)‘de anlattığımın uzun versiyonu. canını sıkmak istemeyenler, durduk yere kötü anılarımla karşılaşmak istemeyenler lütfen gerisini okumasın. farklı hiçbir şey söylemeyeceğim. ve çok, çok uzun olacak. dediğim gibi, aşırı boş vaktiniz yoksa gerisini okumanıza gerçekten gerek yok. bu yazıyı sadece içimi dökmek için yazıyorum.
hikaye, 80li yılların sonunda, kadıköy’de başlıyor. daha doğrusu hasanpaşa’da. yani fenerbahçe’nin stadının hemen yanında. fenerbahçe maçlarını radyodan ya da televizyondan takip etmemize gerek yok. gol olduğu zaman taraftar evimizin içinde bağırıyor adeta. haliyle bütün mahalle, konu komşu, eş dost, aile eşrafı fenerbahçeli. yani bildiğin, hababam sınıfı gibi bir ortam var mahallede. fenerbahçe maçı olduğu günler herkes sadece maçtan ve fenerbahçe’den konuşuyor. annem, anneannem, dayım, dayımın eşi, kuzenlerim, ablam… ailemdeki herkes fenerbahçeli. bir kişi hariç: babam. babam, koyu, çok koyu bir galatasaray taraftarı. annemin ailesi doğma büyüme hasanpaşalı. yani onlarda fenerbahçelilik, köklü bir aile geleneği. babam ise, 12 yaşına kadar tekirdağ’da bir köyde yaşamış. okumak için istanbul’a gelmiş. meslek ortaokulu okuyup tekstil işinde çalışmaya başlamış. ona babadan kalan hiçbir şey yok. emeğiyle ekmeğini kazanma ve ailesini geçindirme derdinde bir adam. işin tuhaf yanı, aile içinde de babama karşı bir önyargı var. annem hariç herkeste. yani ortada gerçek bir galatasaray – fenerbahçe çatışması var. fenerbahçeliler, her zamanki gibi sahip olduklarıyla övünüp onlara sahip olamayanlara tavır takınıyor. galatasaraylı tek kişi babam ise, her galatasaraylı gibi ekmeğini kazanma, kendi işine gücüne bakma derdinde. çocuk aklımla, aile içindeki gerilimden huzursuz oluyorum. taraf tutmak gerekiyor sanki. henüz 5-6 yaşlarındayım. galatasaray maçlarını izliyoruz babamla. heyecan içinde. galatasaray gol attıkça, babam sevinçle beni havaya fırlatıyor. uçuyorum sanıyorum. babamı çok mutlu görüyorum. diğer vakitler hiç görmediğim kadar mutlu. anlıyorum o an: doğru olan taraf babam. emeğiyle, umuduyla, saflığıyla, tertemizliğiyle doğru olan kişi, o. o an galatasaray, kutsal bir mertebeye ulaşıyor gözümde. hem babamı bu kadar mutlu ettiği için, hem de bu kadar doğru bir adam tarafından tercih edildiğine göre mutlaka doğru takım olması gerektiği için. sene 80lerin sonu. 5-6 yaşlarındayım. delicesine, ölümüne galatasaraylı oluyorum.
ailenin geri kalanı benle dalga geçiyor. rüşvetler, kadıköy’deki fener mağlubiyetlerimizden sonra dalga geçmeler. duygu sömürüleri. gırla. aldırmıyorum. galatasaray sevdası içimize düşmüş bir kere. 90lı yıllarda avrupa macerasında, ligi domine edişimizde giderek büyüyor bu sevda. 90ların ortasında kadıköy’den de taşınıyoruz zaten. babamla maçları heyecan içinde takip etmeye başlıyoruz. annem de eski takımına ihanet edip galatasaraylı oluveriyor. çünkü futbol onun umurunda değil. tek isteği, eşinin ve oğlunun mutluluğu. maç izlerken ne zaman bağırsak, heyecan içinde salona koşup “attık mı?” diye soruyor. gülerek. umutla.
galatasaray golleri atıyor, biz sevinçle havaya zıplamaya devam ediyoruz babamla. yıllar geçiyor.
tarih, 26 şubat 2009… meşhur bordeaux maçımız var. harry kewell’ın harry potter’lığa terfi ettiği, arda ve lincoln’ün çılgın attığı, sabri’nin son dakikada turu getirdiği o inanılmaz maç. ve hayatımda ilk defa, bir maçı tamamen ayakta, tırnaklarımı yiyerek, ağız dolusu haykırarak, çok büyük bir gerginlik içinde izliyorum. hep gergin izledim galatasaray maçlarını. hep çok heyecanlandım. ama o maçta bir şey oluyor: galatasaray bir anda, hayattaki tek umudum haline geliveriyor. o maçı kazanmak zorundayız. çünkü yaklaşık altı aydır işsizim, çünkü hayatım büyük bir çöküntüye gidiyor, çünkü anneannem 22 gündür yoğun bakımda ve akşama sabaha kötü haber alma ihtimalimiz var. o maçı babamın evinde ama babamsız izliyorum. belki de bir ilk. çünkü babam, hastanede anneanneme refakatçi kalıyor. son dakika golüyle galip geliyoruz. oturup ağlıyorum. turu geçtik. ama kupayı alamayacağız. bir şeyler yolunda gitmiyor.
27 şubat 2009 sabahı, annemin telaşlı sesiyle uyanıyorum. “oğlum kalk. anneannen fenalaşmış. dayın bizi almaya geliyormuş.” hızla çıkıyoruz evden. dayım arabada, anneannemin fenalaşmadığını, öldüğünü söylüyor. cenaze almaya gidiyoruz hastaneye. annem haykırıyor:
“annem öldü!”
anneannem hayatının son 20 senesini bizimle geçirmiş, ailemizin direği. daha önce dedelerimi ve babaannemi kaybetmiştim, ama ölüm ilk defa evimizin içinden birini götürüyor. hamburg’a boktan bir şekilde eleniyoruz sonra. ligde beşinci oluyoruz. benim o duygusal, her şeyi içine atan annem, anneannemin ölümüyle adeta yıkılıyor. zar zor toparlıyoruz onu. 2009 yazı umutlu başlıyor. iş buluyorum. annem daha iyi görünüyor. galatasaray’a önce rijkaard, sonra keita ve elano geliyor. takım müthiş başlıyor sezona. ben de öyle. iş üzerine iş alıyorum. 2009 bir dönüm noktası olacak ve artık her şey güzel gidecek. inanıyorum. 2010’un ilk çeyreğine kadar harika gidiyor her şey. ama bir anda çökmeye başlıyoruz. ben de, takım da. benim çalıştığım işlerden biri iptal ediliyor. galatasaray zirveden kopuyor. mayıs ayında pek de kötü durumda değiliz, yazın toparlarız derken galatasaray’ın en etkili futbolcuları birer birer satılıyor. adam gibi transfer yapılmıyor. ben elimdeki son işi de kaybediyorum. çok umut beslediğim bir iş görüşmesi kötü sonuçlanıyor. takım sezona üst üste 2 mağlubiyetle başlıyor. eylül ayı çıksın toparlarız diye düşünürken, eylül’ün son haftasında annemin kolon kanseri olduğunu öğreniyoruz. gittiğimiz doktor, nasıl anlıyorsa, raporlara bakar bakmaz şu soruyu soruyor:
“bir buçuk yıl önce büyük bir üzüntü yaşadınız mı?”
anneannem öleli bir buçuk yıl olmuş. bordeaux’yu elemiştik halbuki. anne acısı annemi kanser ediyor.
hepinizin malumu, 2010-11 sezonu… kabus… takım berbat halde. biz kemoterapiler, radyoterapiler, ameliyatlar ile uğraşıyoruz. işsizim. bu sefer ben tercih etmiyorum çalışmayı. bütün gün evde annemin yanında oturup ona moral veriyorum. “atlatacağız anacım. korkma. ameliyattan sonra tamam.” “ya tekrar ederse?” diyor. “etmez” diyorum. galatasaray tarihinde kaç defa bu kadar kötü sezon yaşadı ki? büyük düşüşlerden sonra çok büyük sıçramalar yapmak bizim işimiz değil mi? biz ne zaman çok büyük bir maddi güç, ruhsuz ama makinevari bir düzen yakaladık ki? biz ruh takımıyız. ineriz de, çıkarız da diyorum içimden. düşeriz de, kalkarız da. ocak 2011’de ali sami yen’e veda ederken, annem 3 saatlik bir ameliyat geçiriyor. “çok başarılı” diyor doktor. “tedavi sonuç vermiş. artık kendini iyileştin say. tedbir amacı kemoterapiler yapılacak, sonrası ferahlık.”
sevinçten ağlıyoruz. terapiler süresince hastalık tekrar etmiyor. 2011 mayısında fenerbahçe şampiyon oluyor, 2 ay sonra şikeyle oldukları anlaşılıyor. biz ise fatih terim’le, ünal aysal’la, selçuk inan’la, elmander’le, melo’yla, muslera’yla yeni bir hava yakalamışız. artık diyorum, korkma anne. artık kötü günleri atlattık. bundan sonra sadece mutluluk yaşayacağız.
işlerim bir anda açılıyor. hayatımda en çok yapmak istediğim işi yapıyorum. sinema filmi yazıyorum. çocukluk hayalim gerçekleşmiş. para kazanmaya başlıyorum. üstelik üniversite affı çıkmış, yarım bıraktığım eğitimime geri dönüyorum. öyle bir umut var ki içimde! her şey harika olacak, her şey mükemmel olacak! takım muhteşem gidiyor. hayatımın en mutlu sezonunu takip ediyorum. 26 şubat 2012 gecesi, 2 yıl önce bordeaux’yu yendiğimiz gibi son dakika golüyle beşiktaş’ı yeniyoruz. 27 şubat sabahında hiçbir travma beni beklemiyor. bir ay sonra ilk sinema filmimin galasına gidiyoruz. annem, babam, can dostum ve ben. iki ay sonra galatasaray şampiyonluğu göğüslüyor. babamla sarılıp zıplıyoruz. eski günlerdeki gibi. annem sevinçle yanımıza koşuyor: “attık mı oğlum?” “atmadık annem, şampiyon olduk!”
2012 şampiyonluğundan sonra, takımın güçlendirilmesi gerekiyor. ama bir şeyler ters gidiyor. almamız gereken futbolculardan burak yılmaz rusya’ya, hamit altıntop fenerbahçe’ye transfer oldu deniyor. amrabat’ı kulübü bırakmıyor. içimde bir sıkıntı… annemin altı aylık kontrolleri yapılıyor. akciğerde küçük bir nodül tespit ediliyor. metastaz olabilir diyor doktor, hemen pet ct çekilmesi gerekiyor. hayır hayır hayır diyorum. burak gelecek. hamit gelecek. amrabat gelecek. annemin hastalığı tekrar etmeyecek asla. o günleri aştık artık. artık kabus yok. artık her şey güzel gidecek. artık kabus yok, olmamalı.
hastalığın tekrarlamış olma ihtimalini anneme söyleyemiyorum. babama telefonda “akciğer” dediğim an babam “akciğere mi sıçramış?” diye feryat edip olduğu yere yığılıyor. zor toparlıyorum: “hayır. akciğer filmi istedi doktor. henüz kesin bir şey yok. annem duysa panikten kalp krizi bile geçirebilir. babam da öyle. ablam panikatak ve henüz 1 yaşında bir kızı var. hiç kimseye söyleyemiyorum. kendi başıma mücadele etmeye başlıyorum. içimden bir ses, “hayır.” diyor. “galatasaray oğlum bu, boru mu? istediğini alır. basının uydurması o haberler. burak’ı da alırız, hamit’i de. o haberlerin hepsi kolpa. annem iyi. annem iyi!”
burak geliyor. hamit geliyor. amrabat geliyor. pet ct çekiliyor. akciğerde iki tane nodül var. doktor, kemoterapi yazıyor. ilaçlar yazılıyor. içimde bir korku var. 12 farklı doktora gidiyorum. annemin, babamın, hiçkimsenin hiçbir şeyden haberi yok. annem evde torun seviyor, ben onu ölümden kurtarmaya çalışıyorum.
doktor diyor ki, “akciğerden parça alınmalı. vücuda kanser bir kere girmiş sonuçta. eğer rektum kanserinin metastazı değil de akciğer kanseriyse, yanlış kemoterapi ölüme sebebiyet verebilir.” kanser korkusunun üzerine bir de doktor hatası korkusu biniyor. annemle ilgilenen doktorun daha önce yanlış ilaç yazdığına, yanlış rapor verdiğine şahit oldum çünkü. devlet hastanesinde gidiyoruz ona. özeldeki mini etekli hastalarının içine düşerken tertemiz ama orta sınıf giyimli annemin yüzüne bile bakmadığına şahit oldum çünkü. kemoterapi devam ederken başka firmayla anlaşıp ilaç markalarını değiştirdiğine şahit oldum. daha iyi tedavi etmek için benden rüşvet ve kendi özel kemoterapi merkezinde tedavi olmamızı istediğine şahit oldum. güvenemiyorum. çırpınmaya başlıyorum. parça alınmalı. doktor yazmıyor. özelde, para vererek aldırtmak zorundayız. param yok. çıldırıyorum. her gece annemin yüzünü okşuyorum. “dayan anne” diyorum içimden. “dayan. halledeceğiz. bak burak geldi, hamit geldi, amrabat geldi. olmaz denenler oldu. iyileşeceksin anne. dayan.”
annemin yıllardır çektiği bel fıtığı azıyor o dönemde. sürekli yatmaya başlıyor. ve bir mucize oluyor: aniden çok iyi gelirli bir iş buluyorum. işin ismi “hızır”! patrona annemin durumunu açıyorum. bana cerrahpaşa hastanesi’nin başhekim yardımcısıyla görüşme ayarlıyor. doktorun adı “hızır”! insan nelere inanmak istemiyor o an… hızır geldi işte, kurtaracak. iyi olacaksın anne. dayan.
takım orta şekerli gidiyor. bir maç kazanırsa iki maç berabere kalıyor ligde. şampiyonlar ligi’nde manu deplasmanında talihsiz bir mağlubiyet alıyoruz. nando penaltı çıkartıyor. ben, babam ve ablamın en az bizim kadar fanatik galatasaraylı eşi, çılgınca bağırıyoruz. annem koşarak geliyor.
“attık mı oğlum?”
“çıkarttık anne. ama atacağız da! sen dayan. yeter ki dayan.”
parayı toparlamama az kaldı. en iyi doktoru buluyorum. bir ay sonraya randevu veriyorlar. randevuya az kaldı. takım kör topal gidiyor ama sürekli lider. rakipleri de en az galatasaray kadar sendeliyor. “devre arasında düzelteceğiz” diyorum kendi kendime. “şimdi geriye düşmeyelim yeter. ocak ayında her şey güzel olacak. iki transfer uçurur bizi. sağlam bir doktor, annemi iyileştirir.”
16 aralık 2012… ertesi sabah doktorla görüşeceğim için fenerbahçe maçını evde izlemiyorum. kafedeyim. maçı kazanıyoruz. sevinçle babamı arıyorum. annem fenalaşmış, acile kaldırmışlar. akciğer filmi çekiliyor. temiz çıkıyor. temiz! akciğerlerde hiçbir sıkıntı görünmüyor! yani hala kurtarabileceğiz, yani anneme hiçbir şey olmayacak! fener’i yenmişiz, selçuk frikikten avlamış volkan’ı. kolay mı o kadar? hiçbir şey olmayacak anne, diyorum. dayan anne. dayan anne.
aralık sonunda annemin bel fıtığı giderek kötüleşiyor. yeni yıla yatakta giriyor. hayatımda ilk defa, annemin yılbaşına özel yaptığı o güzelim tavuk yemeğinden mahrum kalıyoruz. anne işte, herkes bilir. elinin değdiği her şey sihirli gibi olur. elinin değmeyi bırakması ise nasıl bir acı veriyor anlatamıyorum. allah yaşatmasın hiçkimseye.
takım şampiyonlar ligi’nde ilk 3 maçta 1 puan alabilmiş. son 3 maçtan ise 9 puan çıkartıyor. cluj’u, manu’yu, braga’yı yeniyoruz. annem her sevincimizde gülerek sesleniyor.
“attık mı oğlum?”
delicesine işime çalışıyorum. her şeyi bırakmışım. çalışmalıyım. parayı toplamalıyım. yeni yılın hemen başında doktor randevumuz var. annemi ve babamı ürkütmemek için bin tane yalan söylemişim. doktor randevusu vakti geliyor. erken gidip doktora mektup yazıyorum. “durumunu bilmiyor, basit bir şey gibi davranın” diyorum. aslında kendim için istiyorum bunu. kötü haber almaya dayanamam. sonuçta galatasaraylıyız. haber kötü görünse de, sonrasında toparlanacak. ilk 3 maçta 1 puan alırız biz, sorun değil. biz finallerin takımıyız. biz zor günlerin adamıyız anne. yeter ki dayan. yeter ki sık dişini. konsantrasyon! ölme anne, sakın ölme!
doktor anneme güler yüzle, “hiçbir şey yok yahu” diyor. yalan. annem derin bir nefes veriyor. babam gülümsüyor. raporlara bakınca doktorun atan rengini sadece ben fark ediyorum. “tedbir amaçlı kemoterapi yapalım sana.” yalan. annem kötü. doktorun suratından anlıyorum. annem safça, “saçlarım dökülecek mi?” diyor. doktor gülümsüyor. “hiçbir şey olmayacak.” yalan. babam sevinçle annemin elini sıkıyorum.
sonradan öğreniyoruz ki, akciğerdeki nodül, aslında metastaz değil. akciğer kanseri. kendi doktorunun ilk dediğini yapsak, yanlış tedavi uygulanmış olacaktı. akciğerdeki nodül yolun çok başında. tedavisi çok mümkün. ama asıl sorun o değil. asıl sır ortaya çıkıyor: annemin sorunu akciğerde değil, belinde! bizim bel fıtığı sandığımız şey, aslında kolon kanserinin kemik metastazı. belde büyüyen tümör diskte kırılma yapıyor. kanser, kemiklere sıçramış ve yayılmış durumda. işin daha da kötüsü şu ki, bizim aylardır bakıp “temiz” diye sevindiğimiz kontrol raporlarında bu metastazın gelişimi adım adım yazıyor! biz, tıp dili bilmediğimiz için anlamıyoruz. doktor, ciddiye almadığı için fark etmiyor. bizi uyarmıyor. kanser, kemikleri sarıyor.
annemi kurtaracağını umduğum doktor, uzun bir yapılacaklar listesi yazıyor. annem ve babam o listeye bakıp durumu anlamasın diye iki gece arkadaşımda kalıyorum. “kanalda yatıyorum, iş çok yoğun” diyorum onlara. ikisi de saftirik. inanıyorlar. arkadaşıma raporları saklatıyorum. “ne ben bakacağım, ne sen.” diyorum. bakmıyoruz. arada cem yılmaz’ın sinema gösterisine gidiyoruz kafa dağıtmak için. gösteri ölümle bitiyor. eve dönüyorum. annemin yanına koşuyorum.
“anne, ben geldim.”
annem suratıma uzun uzun bakıyor. yüzünde ifade yok. bana sevgiyle bakan gözleri bomboş.
“ayran al oradan.” diyor, uzun süre sustuktan sonra.
“ne ayranı anne?”
“sabah işe gitmeyecek misin?” diyor annem. boğazıma bir yumruk oturuyor. babam çağırıyor beni. ağlıyor. “doktordan geldiğimizden beri böyle. tuhaf tuhaf konuşuyor.”
beynimden vurulmuşa dönüyorum. doktora gittik anne. seni iyileştirecek doktora gittik. galatasaray ilk yarıyı lider kapattı. şampiyonlar ligi’nde ikinci tura çıktı. takım pahalı transferler yapabilecek artık. ben senin tedavini yaptırabileceğim. neden anne? neden sıkmıyorsun dişini biraz daha? dayan! n’olur dayan!
wesley sneijder isminin duyumcular tarafından zikredildiği ilk geceyi acil serviste geçiriyoruz. annemin bilinci yüzde doksan kapalı. tomografiler çekiliyor, testler yapılıyor. beyin temiz görünüyor. yaşadığı ağrılar kanserden değil, tümörün sebep olduğu disk kırılmasından. yaşadığı bilinç kaybı, kanserden değil, kırılmanın sebep olduğu sinir sıkışmasından. “umut var” diyor doktor. delicesine umutlanıyorum. sneijder geliyor diyorlar, tam ihtiyacımız olan adam. uçurur takımı, dile kolay!
annemi ambulansla eve getiriyoruz. dayım, babam, ben. “bak, eve geldik.” diyor babam. annem güçlükle fısıldıyor.
“mutluyum.”
işte bir kriz yaşanıyor bu arada. senaryo ekibimiz dağılıyor. ben işi tek başıma idare etmek zorundayım, yoksa iş patlayacak. işsiz ve parasız kalacağım. bir yandan tek başıma deli gibi senaryo yazıyorum, öte yandan da annemin işlerine koşturuyorum. doktor, yurt dışından getirtilecek bilmem kaç bin dolarlık ilaçların çare edebileceğini söylüyor. o gece annemin ateşi yükseliyor. yine acil servise götürüyoruz. ve anlaşılıyor ki, acile gittiğimiz ilk gece anneme enfeksiyon kaptırmışlar acil serviste.
“yoğun bakım” diyor doktor.
aranıyor taranıyor, ümraniye’de bir hastane bulunuyor. annemi yoğun bakıma yatırıyoruz. ilk üç gün, durumu müthiş iyiye gidiyor. bilinci açılıyor, rengi düzeliyor, solunum cihazından çıkıyor. canı çay istiyor, eve dönmek istiyor.
sneijder “bir hafta süre” istiyor galatasaray’dan. nihai kararını sonra açıklayacak. takımın yaratıcı oyuncu eksiği var, o adamı bir bulursak takım uçacak.
annem dişini biraz daha sıkarsa, yurt dışından gelecek ilaçlar onu kurtaracak.
yoğun bakımda birinci haftanın sonunda doktor, bir anda ağız değiştiriyor. “eve götürün.” diyor. “hiç umut kalmadı.”
babam sallanıyor. yıkılmasın diye tutuyorum omuzlarından. neye uğradığımızı şaşırıyoruz. bütün doktorlar önce iyimser konuşuyor, ardından bir anda “bitti bu iş” diyorlar.
ben pes etmiyorum. ben galatasaraylıyım. biz bitti demeden bitmez. biz son dakika gollerinin, penaltıya giden maçların, kolu çıkmış kaptanların bandajla devam ettiği finallerin adamıyız. biz zor günlerin adamıyız. biz 9 puanlık fark attığı ligde hakkı yense de, rakibinin sahasında son maçta şampiyon olan takımız. biz galatasaray’ız. zorluğa düşmek, imkansızı başarmak bizim işimiz. biz tek ihtimali olanlarız. bitmez. doktorlar zaten hep karamsar konuşur. bitemez. annem ölemez.
17 ocak 2013… annemin yanına giriyoruz. günde sadece 5 dakika görmemize izin var. doktorun “ölecek” dediği annemin elini tutuyorum. babam, torununun resmini gösteriyor anneme. annem, “evi çok özledim.” diyor. elimi sıkıyor. “orada yastıklar var.” diyor bana. “ben görmedim.” bilinci yeniden kapanıyor.
annemden duyduğum son sözler bunlar oluyor.
18 ocak 2013… babam sabah erkenden hastaneye gel diyor. patron arıyor. “şu işi acil hallet” diyor. babamı arayıp “öğleden sonra geleceğim” diyorum. yarım saat sonra babam arıyor.
“annen fenalaşmış. doktorlar son kez görün diyorlar.”
babam annemin yanına giriyor. anneme sesleniyor. annem cevap vermiyor.
on dakika sonra annem ölüyor.
o gece galatasaray ligde bir takıma karşı önce öne geçiyor, maçı mağlup bitiriyor. o maç hangisi, hala bilmiyorum. 18 ocak 2013.
kaybettik.
başaramadık.
kurtaramadık.
annem ölüyor.
galatasaray, öne geçtiği maçı veriyor.
ben babamın annesini ve babasını kaybetme anlarına şahit oldum. ben babamın, annesini ve babasını kendi elleriyle toprağa gömdüğü ana şahit oldum. ben babamın ağlayışına hiç şahit olmamıştım. babam eve geliyor. bana sarılıyor sımsıkı. hıçkıra hıçkıra, sarsıla sarsıla, ölmek istercesine ağlıyoruz.
atamadık o son golü anne. kazanamadık anne. özür dilerim anne.
19 ocakta annemi defnediyoruz. babam sadece bana sarılarak ayakta durabiliyor. bense kollarıma giren arkadaşlarım sayesinde. 2 gün boyunca babamla birbirimizden kaçıyoruz. ev tıklım tıklım. akrabalar, dostlar… babamla sadece, misafirlere bir şey lazım olduğunda konuşuyoruz iki kelime.
20 ocak 2013 gecesi, sneijder’ın parçalı formalı fotoğrafı internete düşüyor. babamla koridorda karşılaşıyoruz. 2 gündür ilk defa ihtiyaç harici bir laf ediyorum ona.
“sneijder’i almışız.”
küfür etse haklı. hakaret etse haklı. beni evire çevire dövse haklı. ama başka çarem yok. sadece küçücük, ufacık bir şey söylemek istiyorum ona. iyi gelecek tek bir şey. galatasaray’dan başka hiçbir şeyle ilgili olamaz ki bu.. küfür beklerken bana bakıyor babam,
“iyi miydi o?”
“hagi gibi.”
“iyi.”
son iki gündür babam ilk defa herhangi bir şeyden memnun oluyor.
kısa süre sonra drogba da katılıyor takıma. lig tv kurup evde maç izlemeye başlıyoruz babamla. şampiyon oluyoruz. konvoya katılıyoruz.
onca sevinç çığlığımıza rağmen ev öylesi sessiz ki… her golden sonra, salona koşarak gelen gülümseyen bir yüz arıyor gözlerim. ve o sevgi dolu sesin yokluğu içimi yakıyor.
“attık mı oğlum?”
attık anne.
kazandık.
şampiyon olduk.
juventus’u eledik.
attık anne.
daha da atacağız.
keşke…
keşke…
keşke…
bugün 31 aralık 2013. sensiz geçireceğim ilk yılbaşı. yokluğunun yıl dönümüne sadece 18 gün kaldı. ve ben seni o kadar çok özledim ki.
keşke…
keşke…
keşke…
nur içinde yat, anne.
Ben gözyaşlarıma hakim olamadım okurken...
"alıntıdır"
galatasaraylı öyküler - galatasaray sözlük
bizim öykülerimiz. senin, benim, aynı armaya, aynı sevdaya gönül vermiş herkesin bir galatasaray öyküsü vardır.
çünkü hayattır, galatasaray. sevdadır. aşktır. felsefedir. inançtır. azimdir.
tuttuğu futbol takımı, insanın kişiliğinde, hayata bakışında, felsefesinde şekillendirici rol oynar. herkesi bir parça etkiler, futbol sevdası.
benim de bir öyküm var. içinden galatasaray geçiyor.
aslında bu öyküyü size daha önce kısaca anlattım. pek hoş bir öykü değil. tekrar ve detaylı olarak anlatmaktaki amacım, kimseyi üzmek değil. acımın üzerinden prim yapmak değil. sadece, bu yazıyı yazdığım tarih, 31 aralık 2013. yılbaşı. ve ilk defa bir yılbaşında bu kadar eksik hissediyorum kendimi. paylaşmazsam deli olacağım. buraya paylaşıyorum.
anlatacağım öykü, (bkz: #1277590)‘de anlattığımın uzun versiyonu. canını sıkmak istemeyenler, durduk yere kötü anılarımla karşılaşmak istemeyenler lütfen gerisini okumasın. farklı hiçbir şey söylemeyeceğim. ve çok, çok uzun olacak. dediğim gibi, aşırı boş vaktiniz yoksa gerisini okumanıza gerçekten gerek yok. bu yazıyı sadece içimi dökmek için yazıyorum.
hikaye, 80li yılların sonunda, kadıköy’de başlıyor. daha doğrusu hasanpaşa’da. yani fenerbahçe’nin stadının hemen yanında. fenerbahçe maçlarını radyodan ya da televizyondan takip etmemize gerek yok. gol olduğu zaman taraftar evimizin içinde bağırıyor adeta. haliyle bütün mahalle, konu komşu, eş dost, aile eşrafı fenerbahçeli. yani bildiğin, hababam sınıfı gibi bir ortam var mahallede. fenerbahçe maçı olduğu günler herkes sadece maçtan ve fenerbahçe’den konuşuyor. annem, anneannem, dayım, dayımın eşi, kuzenlerim, ablam… ailemdeki herkes fenerbahçeli. bir kişi hariç: babam. babam, koyu, çok koyu bir galatasaray taraftarı. annemin ailesi doğma büyüme hasanpaşalı. yani onlarda fenerbahçelilik, köklü bir aile geleneği. babam ise, 12 yaşına kadar tekirdağ’da bir köyde yaşamış. okumak için istanbul’a gelmiş. meslek ortaokulu okuyup tekstil işinde çalışmaya başlamış. ona babadan kalan hiçbir şey yok. emeğiyle ekmeğini kazanma ve ailesini geçindirme derdinde bir adam. işin tuhaf yanı, aile içinde de babama karşı bir önyargı var. annem hariç herkeste. yani ortada gerçek bir galatasaray – fenerbahçe çatışması var. fenerbahçeliler, her zamanki gibi sahip olduklarıyla övünüp onlara sahip olamayanlara tavır takınıyor. galatasaraylı tek kişi babam ise, her galatasaraylı gibi ekmeğini kazanma, kendi işine gücüne bakma derdinde. çocuk aklımla, aile içindeki gerilimden huzursuz oluyorum. taraf tutmak gerekiyor sanki. henüz 5-6 yaşlarındayım. galatasaray maçlarını izliyoruz babamla. heyecan içinde. galatasaray gol attıkça, babam sevinçle beni havaya fırlatıyor. uçuyorum sanıyorum. babamı çok mutlu görüyorum. diğer vakitler hiç görmediğim kadar mutlu. anlıyorum o an: doğru olan taraf babam. emeğiyle, umuduyla, saflığıyla, tertemizliğiyle doğru olan kişi, o. o an galatasaray, kutsal bir mertebeye ulaşıyor gözümde. hem babamı bu kadar mutlu ettiği için, hem de bu kadar doğru bir adam tarafından tercih edildiğine göre mutlaka doğru takım olması gerektiği için. sene 80lerin sonu. 5-6 yaşlarındayım. delicesine, ölümüne galatasaraylı oluyorum.
ailenin geri kalanı benle dalga geçiyor. rüşvetler, kadıköy’deki fener mağlubiyetlerimizden sonra dalga geçmeler. duygu sömürüleri. gırla. aldırmıyorum. galatasaray sevdası içimize düşmüş bir kere. 90lı yıllarda avrupa macerasında, ligi domine edişimizde giderek büyüyor bu sevda. 90ların ortasında kadıköy’den de taşınıyoruz zaten. babamla maçları heyecan içinde takip etmeye başlıyoruz. annem de eski takımına ihanet edip galatasaraylı oluveriyor. çünkü futbol onun umurunda değil. tek isteği, eşinin ve oğlunun mutluluğu. maç izlerken ne zaman bağırsak, heyecan içinde salona koşup “attık mı?” diye soruyor. gülerek. umutla.
galatasaray golleri atıyor, biz sevinçle havaya zıplamaya devam ediyoruz babamla. yıllar geçiyor.
tarih, 26 şubat 2009… meşhur bordeaux maçımız var. harry kewell’ın harry potter’lığa terfi ettiği, arda ve lincoln’ün çılgın attığı, sabri’nin son dakikada turu getirdiği o inanılmaz maç. ve hayatımda ilk defa, bir maçı tamamen ayakta, tırnaklarımı yiyerek, ağız dolusu haykırarak, çok büyük bir gerginlik içinde izliyorum. hep gergin izledim galatasaray maçlarını. hep çok heyecanlandım. ama o maçta bir şey oluyor: galatasaray bir anda, hayattaki tek umudum haline geliveriyor. o maçı kazanmak zorundayız. çünkü yaklaşık altı aydır işsizim, çünkü hayatım büyük bir çöküntüye gidiyor, çünkü anneannem 22 gündür yoğun bakımda ve akşama sabaha kötü haber alma ihtimalimiz var. o maçı babamın evinde ama babamsız izliyorum. belki de bir ilk. çünkü babam, hastanede anneanneme refakatçi kalıyor. son dakika golüyle galip geliyoruz. oturup ağlıyorum. turu geçtik. ama kupayı alamayacağız. bir şeyler yolunda gitmiyor.
27 şubat 2009 sabahı, annemin telaşlı sesiyle uyanıyorum. “oğlum kalk. anneannen fenalaşmış. dayın bizi almaya geliyormuş.” hızla çıkıyoruz evden. dayım arabada, anneannemin fenalaşmadığını, öldüğünü söylüyor. cenaze almaya gidiyoruz hastaneye. annem haykırıyor:
“annem öldü!”
anneannem hayatının son 20 senesini bizimle geçirmiş, ailemizin direği. daha önce dedelerimi ve babaannemi kaybetmiştim, ama ölüm ilk defa evimizin içinden birini götürüyor. hamburg’a boktan bir şekilde eleniyoruz sonra. ligde beşinci oluyoruz. benim o duygusal, her şeyi içine atan annem, anneannemin ölümüyle adeta yıkılıyor. zar zor toparlıyoruz onu. 2009 yazı umutlu başlıyor. iş buluyorum. annem daha iyi görünüyor. galatasaray’a önce rijkaard, sonra keita ve elano geliyor. takım müthiş başlıyor sezona. ben de öyle. iş üzerine iş alıyorum. 2009 bir dönüm noktası olacak ve artık her şey güzel gidecek. inanıyorum. 2010’un ilk çeyreğine kadar harika gidiyor her şey. ama bir anda çökmeye başlıyoruz. ben de, takım da. benim çalıştığım işlerden biri iptal ediliyor. galatasaray zirveden kopuyor. mayıs ayında pek de kötü durumda değiliz, yazın toparlarız derken galatasaray’ın en etkili futbolcuları birer birer satılıyor. adam gibi transfer yapılmıyor. ben elimdeki son işi de kaybediyorum. çok umut beslediğim bir iş görüşmesi kötü sonuçlanıyor. takım sezona üst üste 2 mağlubiyetle başlıyor. eylül ayı çıksın toparlarız diye düşünürken, eylül’ün son haftasında annemin kolon kanseri olduğunu öğreniyoruz. gittiğimiz doktor, nasıl anlıyorsa, raporlara bakar bakmaz şu soruyu soruyor:
“bir buçuk yıl önce büyük bir üzüntü yaşadınız mı?”
anneannem öleli bir buçuk yıl olmuş. bordeaux’yu elemiştik halbuki. anne acısı annemi kanser ediyor.
hepinizin malumu, 2010-11 sezonu… kabus… takım berbat halde. biz kemoterapiler, radyoterapiler, ameliyatlar ile uğraşıyoruz. işsizim. bu sefer ben tercih etmiyorum çalışmayı. bütün gün evde annemin yanında oturup ona moral veriyorum. “atlatacağız anacım. korkma. ameliyattan sonra tamam.” “ya tekrar ederse?” diyor. “etmez” diyorum. galatasaray tarihinde kaç defa bu kadar kötü sezon yaşadı ki? büyük düşüşlerden sonra çok büyük sıçramalar yapmak bizim işimiz değil mi? biz ne zaman çok büyük bir maddi güç, ruhsuz ama makinevari bir düzen yakaladık ki? biz ruh takımıyız. ineriz de, çıkarız da diyorum içimden. düşeriz de, kalkarız da. ocak 2011’de ali sami yen’e veda ederken, annem 3 saatlik bir ameliyat geçiriyor. “çok başarılı” diyor doktor. “tedavi sonuç vermiş. artık kendini iyileştin say. tedbir amacı kemoterapiler yapılacak, sonrası ferahlık.”
sevinçten ağlıyoruz. terapiler süresince hastalık tekrar etmiyor. 2011 mayısında fenerbahçe şampiyon oluyor, 2 ay sonra şikeyle oldukları anlaşılıyor. biz ise fatih terim’le, ünal aysal’la, selçuk inan’la, elmander’le, melo’yla, muslera’yla yeni bir hava yakalamışız. artık diyorum, korkma anne. artık kötü günleri atlattık. bundan sonra sadece mutluluk yaşayacağız.
işlerim bir anda açılıyor. hayatımda en çok yapmak istediğim işi yapıyorum. sinema filmi yazıyorum. çocukluk hayalim gerçekleşmiş. para kazanmaya başlıyorum. üstelik üniversite affı çıkmış, yarım bıraktığım eğitimime geri dönüyorum. öyle bir umut var ki içimde! her şey harika olacak, her şey mükemmel olacak! takım muhteşem gidiyor. hayatımın en mutlu sezonunu takip ediyorum. 26 şubat 2012 gecesi, 2 yıl önce bordeaux’yu yendiğimiz gibi son dakika golüyle beşiktaş’ı yeniyoruz. 27 şubat sabahında hiçbir travma beni beklemiyor. bir ay sonra ilk sinema filmimin galasına gidiyoruz. annem, babam, can dostum ve ben. iki ay sonra galatasaray şampiyonluğu göğüslüyor. babamla sarılıp zıplıyoruz. eski günlerdeki gibi. annem sevinçle yanımıza koşuyor: “attık mı oğlum?” “atmadık annem, şampiyon olduk!”
2012 şampiyonluğundan sonra, takımın güçlendirilmesi gerekiyor. ama bir şeyler ters gidiyor. almamız gereken futbolculardan burak yılmaz rusya’ya, hamit altıntop fenerbahçe’ye transfer oldu deniyor. amrabat’ı kulübü bırakmıyor. içimde bir sıkıntı… annemin altı aylık kontrolleri yapılıyor. akciğerde küçük bir nodül tespit ediliyor. metastaz olabilir diyor doktor, hemen pet ct çekilmesi gerekiyor. hayır hayır hayır diyorum. burak gelecek. hamit gelecek. amrabat gelecek. annemin hastalığı tekrar etmeyecek asla. o günleri aştık artık. artık kabus yok. artık her şey güzel gidecek. artık kabus yok, olmamalı.
hastalığın tekrarlamış olma ihtimalini anneme söyleyemiyorum. babama telefonda “akciğer” dediğim an babam “akciğere mi sıçramış?” diye feryat edip olduğu yere yığılıyor. zor toparlıyorum: “hayır. akciğer filmi istedi doktor. henüz kesin bir şey yok. annem duysa panikten kalp krizi bile geçirebilir. babam da öyle. ablam panikatak ve henüz 1 yaşında bir kızı var. hiç kimseye söyleyemiyorum. kendi başıma mücadele etmeye başlıyorum. içimden bir ses, “hayır.” diyor. “galatasaray oğlum bu, boru mu? istediğini alır. basının uydurması o haberler. burak’ı da alırız, hamit’i de. o haberlerin hepsi kolpa. annem iyi. annem iyi!”
burak geliyor. hamit geliyor. amrabat geliyor. pet ct çekiliyor. akciğerde iki tane nodül var. doktor, kemoterapi yazıyor. ilaçlar yazılıyor. içimde bir korku var. 12 farklı doktora gidiyorum. annemin, babamın, hiçkimsenin hiçbir şeyden haberi yok. annem evde torun seviyor, ben onu ölümden kurtarmaya çalışıyorum.
doktor diyor ki, “akciğerden parça alınmalı. vücuda kanser bir kere girmiş sonuçta. eğer rektum kanserinin metastazı değil de akciğer kanseriyse, yanlış kemoterapi ölüme sebebiyet verebilir.” kanser korkusunun üzerine bir de doktor hatası korkusu biniyor. annemle ilgilenen doktorun daha önce yanlış ilaç yazdığına, yanlış rapor verdiğine şahit oldum çünkü. devlet hastanesinde gidiyoruz ona. özeldeki mini etekli hastalarının içine düşerken tertemiz ama orta sınıf giyimli annemin yüzüne bile bakmadığına şahit oldum çünkü. kemoterapi devam ederken başka firmayla anlaşıp ilaç markalarını değiştirdiğine şahit oldum. daha iyi tedavi etmek için benden rüşvet ve kendi özel kemoterapi merkezinde tedavi olmamızı istediğine şahit oldum. güvenemiyorum. çırpınmaya başlıyorum. parça alınmalı. doktor yazmıyor. özelde, para vererek aldırtmak zorundayız. param yok. çıldırıyorum. her gece annemin yüzünü okşuyorum. “dayan anne” diyorum içimden. “dayan. halledeceğiz. bak burak geldi, hamit geldi, amrabat geldi. olmaz denenler oldu. iyileşeceksin anne. dayan.”
annemin yıllardır çektiği bel fıtığı azıyor o dönemde. sürekli yatmaya başlıyor. ve bir mucize oluyor: aniden çok iyi gelirli bir iş buluyorum. işin ismi “hızır”! patrona annemin durumunu açıyorum. bana cerrahpaşa hastanesi’nin başhekim yardımcısıyla görüşme ayarlıyor. doktorun adı “hızır”! insan nelere inanmak istemiyor o an… hızır geldi işte, kurtaracak. iyi olacaksın anne. dayan.
takım orta şekerli gidiyor. bir maç kazanırsa iki maç berabere kalıyor ligde. şampiyonlar ligi’nde manu deplasmanında talihsiz bir mağlubiyet alıyoruz. nando penaltı çıkartıyor. ben, babam ve ablamın en az bizim kadar fanatik galatasaraylı eşi, çılgınca bağırıyoruz. annem koşarak geliyor.
“attık mı oğlum?”
“çıkarttık anne. ama atacağız da! sen dayan. yeter ki dayan.”
parayı toparlamama az kaldı. en iyi doktoru buluyorum. bir ay sonraya randevu veriyorlar. randevuya az kaldı. takım kör topal gidiyor ama sürekli lider. rakipleri de en az galatasaray kadar sendeliyor. “devre arasında düzelteceğiz” diyorum kendi kendime. “şimdi geriye düşmeyelim yeter. ocak ayında her şey güzel olacak. iki transfer uçurur bizi. sağlam bir doktor, annemi iyileştirir.”
16 aralık 2012… ertesi sabah doktorla görüşeceğim için fenerbahçe maçını evde izlemiyorum. kafedeyim. maçı kazanıyoruz. sevinçle babamı arıyorum. annem fenalaşmış, acile kaldırmışlar. akciğer filmi çekiliyor. temiz çıkıyor. temiz! akciğerlerde hiçbir sıkıntı görünmüyor! yani hala kurtarabileceğiz, yani anneme hiçbir şey olmayacak! fener’i yenmişiz, selçuk frikikten avlamış volkan’ı. kolay mı o kadar? hiçbir şey olmayacak anne, diyorum. dayan anne. dayan anne.
aralık sonunda annemin bel fıtığı giderek kötüleşiyor. yeni yıla yatakta giriyor. hayatımda ilk defa, annemin yılbaşına özel yaptığı o güzelim tavuk yemeğinden mahrum kalıyoruz. anne işte, herkes bilir. elinin değdiği her şey sihirli gibi olur. elinin değmeyi bırakması ise nasıl bir acı veriyor anlatamıyorum. allah yaşatmasın hiçkimseye.
takım şampiyonlar ligi’nde ilk 3 maçta 1 puan alabilmiş. son 3 maçtan ise 9 puan çıkartıyor. cluj’u, manu’yu, braga’yı yeniyoruz. annem her sevincimizde gülerek sesleniyor.
“attık mı oğlum?”
delicesine işime çalışıyorum. her şeyi bırakmışım. çalışmalıyım. parayı toplamalıyım. yeni yılın hemen başında doktor randevumuz var. annemi ve babamı ürkütmemek için bin tane yalan söylemişim. doktor randevusu vakti geliyor. erken gidip doktora mektup yazıyorum. “durumunu bilmiyor, basit bir şey gibi davranın” diyorum. aslında kendim için istiyorum bunu. kötü haber almaya dayanamam. sonuçta galatasaraylıyız. haber kötü görünse de, sonrasında toparlanacak. ilk 3 maçta 1 puan alırız biz, sorun değil. biz finallerin takımıyız. biz zor günlerin adamıyız anne. yeter ki dayan. yeter ki sık dişini. konsantrasyon! ölme anne, sakın ölme!
doktor anneme güler yüzle, “hiçbir şey yok yahu” diyor. yalan. annem derin bir nefes veriyor. babam gülümsüyor. raporlara bakınca doktorun atan rengini sadece ben fark ediyorum. “tedbir amaçlı kemoterapi yapalım sana.” yalan. annem kötü. doktorun suratından anlıyorum. annem safça, “saçlarım dökülecek mi?” diyor. doktor gülümsüyor. “hiçbir şey olmayacak.” yalan. babam sevinçle annemin elini sıkıyorum.
sonradan öğreniyoruz ki, akciğerdeki nodül, aslında metastaz değil. akciğer kanseri. kendi doktorunun ilk dediğini yapsak, yanlış tedavi uygulanmış olacaktı. akciğerdeki nodül yolun çok başında. tedavisi çok mümkün. ama asıl sorun o değil. asıl sır ortaya çıkıyor: annemin sorunu akciğerde değil, belinde! bizim bel fıtığı sandığımız şey, aslında kolon kanserinin kemik metastazı. belde büyüyen tümör diskte kırılma yapıyor. kanser, kemiklere sıçramış ve yayılmış durumda. işin daha da kötüsü şu ki, bizim aylardır bakıp “temiz” diye sevindiğimiz kontrol raporlarında bu metastazın gelişimi adım adım yazıyor! biz, tıp dili bilmediğimiz için anlamıyoruz. doktor, ciddiye almadığı için fark etmiyor. bizi uyarmıyor. kanser, kemikleri sarıyor.
annemi kurtaracağını umduğum doktor, uzun bir yapılacaklar listesi yazıyor. annem ve babam o listeye bakıp durumu anlamasın diye iki gece arkadaşımda kalıyorum. “kanalda yatıyorum, iş çok yoğun” diyorum onlara. ikisi de saftirik. inanıyorlar. arkadaşıma raporları saklatıyorum. “ne ben bakacağım, ne sen.” diyorum. bakmıyoruz. arada cem yılmaz’ın sinema gösterisine gidiyoruz kafa dağıtmak için. gösteri ölümle bitiyor. eve dönüyorum. annemin yanına koşuyorum.
“anne, ben geldim.”
annem suratıma uzun uzun bakıyor. yüzünde ifade yok. bana sevgiyle bakan gözleri bomboş.
“ayran al oradan.” diyor, uzun süre sustuktan sonra.
“ne ayranı anne?”
“sabah işe gitmeyecek misin?” diyor annem. boğazıma bir yumruk oturuyor. babam çağırıyor beni. ağlıyor. “doktordan geldiğimizden beri böyle. tuhaf tuhaf konuşuyor.”
beynimden vurulmuşa dönüyorum. doktora gittik anne. seni iyileştirecek doktora gittik. galatasaray ilk yarıyı lider kapattı. şampiyonlar ligi’nde ikinci tura çıktı. takım pahalı transferler yapabilecek artık. ben senin tedavini yaptırabileceğim. neden anne? neden sıkmıyorsun dişini biraz daha? dayan! n’olur dayan!
wesley sneijder isminin duyumcular tarafından zikredildiği ilk geceyi acil serviste geçiriyoruz. annemin bilinci yüzde doksan kapalı. tomografiler çekiliyor, testler yapılıyor. beyin temiz görünüyor. yaşadığı ağrılar kanserden değil, tümörün sebep olduğu disk kırılmasından. yaşadığı bilinç kaybı, kanserden değil, kırılmanın sebep olduğu sinir sıkışmasından. “umut var” diyor doktor. delicesine umutlanıyorum. sneijder geliyor diyorlar, tam ihtiyacımız olan adam. uçurur takımı, dile kolay!
annemi ambulansla eve getiriyoruz. dayım, babam, ben. “bak, eve geldik.” diyor babam. annem güçlükle fısıldıyor.
“mutluyum.”
işte bir kriz yaşanıyor bu arada. senaryo ekibimiz dağılıyor. ben işi tek başıma idare etmek zorundayım, yoksa iş patlayacak. işsiz ve parasız kalacağım. bir yandan tek başıma deli gibi senaryo yazıyorum, öte yandan da annemin işlerine koşturuyorum. doktor, yurt dışından getirtilecek bilmem kaç bin dolarlık ilaçların çare edebileceğini söylüyor. o gece annemin ateşi yükseliyor. yine acil servise götürüyoruz. ve anlaşılıyor ki, acile gittiğimiz ilk gece anneme enfeksiyon kaptırmışlar acil serviste.
“yoğun bakım” diyor doktor.
aranıyor taranıyor, ümraniye’de bir hastane bulunuyor. annemi yoğun bakıma yatırıyoruz. ilk üç gün, durumu müthiş iyiye gidiyor. bilinci açılıyor, rengi düzeliyor, solunum cihazından çıkıyor. canı çay istiyor, eve dönmek istiyor.
sneijder “bir hafta süre” istiyor galatasaray’dan. nihai kararını sonra açıklayacak. takımın yaratıcı oyuncu eksiği var, o adamı bir bulursak takım uçacak.
annem dişini biraz daha sıkarsa, yurt dışından gelecek ilaçlar onu kurtaracak.
yoğun bakımda birinci haftanın sonunda doktor, bir anda ağız değiştiriyor. “eve götürün.” diyor. “hiç umut kalmadı.”
babam sallanıyor. yıkılmasın diye tutuyorum omuzlarından. neye uğradığımızı şaşırıyoruz. bütün doktorlar önce iyimser konuşuyor, ardından bir anda “bitti bu iş” diyorlar.
ben pes etmiyorum. ben galatasaraylıyım. biz bitti demeden bitmez. biz son dakika gollerinin, penaltıya giden maçların, kolu çıkmış kaptanların bandajla devam ettiği finallerin adamıyız. biz zor günlerin adamıyız. biz 9 puanlık fark attığı ligde hakkı yense de, rakibinin sahasında son maçta şampiyon olan takımız. biz galatasaray’ız. zorluğa düşmek, imkansızı başarmak bizim işimiz. biz tek ihtimali olanlarız. bitmez. doktorlar zaten hep karamsar konuşur. bitemez. annem ölemez.
17 ocak 2013… annemin yanına giriyoruz. günde sadece 5 dakika görmemize izin var. doktorun “ölecek” dediği annemin elini tutuyorum. babam, torununun resmini gösteriyor anneme. annem, “evi çok özledim.” diyor. elimi sıkıyor. “orada yastıklar var.” diyor bana. “ben görmedim.” bilinci yeniden kapanıyor.
annemden duyduğum son sözler bunlar oluyor.
18 ocak 2013… babam sabah erkenden hastaneye gel diyor. patron arıyor. “şu işi acil hallet” diyor. babamı arayıp “öğleden sonra geleceğim” diyorum. yarım saat sonra babam arıyor.
“annen fenalaşmış. doktorlar son kez görün diyorlar.”
babam annemin yanına giriyor. anneme sesleniyor. annem cevap vermiyor.
on dakika sonra annem ölüyor.
o gece galatasaray ligde bir takıma karşı önce öne geçiyor, maçı mağlup bitiriyor. o maç hangisi, hala bilmiyorum. 18 ocak 2013.
kaybettik.
başaramadık.
kurtaramadık.
annem ölüyor.
galatasaray, öne geçtiği maçı veriyor.
ben babamın annesini ve babasını kaybetme anlarına şahit oldum. ben babamın, annesini ve babasını kendi elleriyle toprağa gömdüğü ana şahit oldum. ben babamın ağlayışına hiç şahit olmamıştım. babam eve geliyor. bana sarılıyor sımsıkı. hıçkıra hıçkıra, sarsıla sarsıla, ölmek istercesine ağlıyoruz.
atamadık o son golü anne. kazanamadık anne. özür dilerim anne.
19 ocakta annemi defnediyoruz. babam sadece bana sarılarak ayakta durabiliyor. bense kollarıma giren arkadaşlarım sayesinde. 2 gün boyunca babamla birbirimizden kaçıyoruz. ev tıklım tıklım. akrabalar, dostlar… babamla sadece, misafirlere bir şey lazım olduğunda konuşuyoruz iki kelime.
20 ocak 2013 gecesi, sneijder’ın parçalı formalı fotoğrafı internete düşüyor. babamla koridorda karşılaşıyoruz. 2 gündür ilk defa ihtiyaç harici bir laf ediyorum ona.
“sneijder’i almışız.”
küfür etse haklı. hakaret etse haklı. beni evire çevire dövse haklı. ama başka çarem yok. sadece küçücük, ufacık bir şey söylemek istiyorum ona. iyi gelecek tek bir şey. galatasaray’dan başka hiçbir şeyle ilgili olamaz ki bu.. küfür beklerken bana bakıyor babam,
“iyi miydi o?”
“hagi gibi.”
“iyi.”
son iki gündür babam ilk defa herhangi bir şeyden memnun oluyor.
kısa süre sonra drogba da katılıyor takıma. lig tv kurup evde maç izlemeye başlıyoruz babamla. şampiyon oluyoruz. konvoya katılıyoruz.
onca sevinç çığlığımıza rağmen ev öylesi sessiz ki… her golden sonra, salona koşarak gelen gülümseyen bir yüz arıyor gözlerim. ve o sevgi dolu sesin yokluğu içimi yakıyor.
“attık mı oğlum?”
attık anne.
kazandık.
şampiyon olduk.
juventus’u eledik.
attık anne.
daha da atacağız.
keşke…
keşke…
keşke…
bugün 31 aralık 2013. sensiz geçireceğim ilk yılbaşı. yokluğunun yıl dönümüne sadece 18 gün kaldı. ve ben seni o kadar çok özledim ki.
keşke…
keşke…
keşke…
nur içinde yat, anne.